Karışık Zamanlarda Doğru Düşünme (Exact Thinking in Demented Times)
Dilimize "karışık zamanlar" olarak çevrilen "demented times" 1930ların diliyle yazılmış ünlü bir kitabın adında geçmektedir. Kitabın asıl adı (Exact Thinking in Demented Times) şeklindedir. Naziler tarafından işgal edilen Avusturyada -bugün halâ mevcut- Viyana Kafede bir araya gelen ve bir süre conra Viyana Çevresi (veya çemberi) denilen bilim insanları grubu mensuplarından Karl Sigmund tarafından 1945te yazılmıştır. Bir macera romanından çok daha karmaşık -ve gerçek- olaylar dizisi içinde tarihin en büyük bilim insanları, karışık zamanlarda ihtiyacı daha da çok hissedilen "doğru düşünme"nin ilkelerini aramışlardır. Günümüz bilim ve felsefesinin temelleri sayılabilecek bu kitabın 13 bölümünü önce tek tek sonra da bütün halinde inceleyen Chat GPT5'ye ayrıca bir de İstanbul Çevresi düşüncesi için bir manifesto taslağı hazırlanması istenmiştir.
Fikir Satışı ve Kuş Gözü yaklaşımı
Aşağıda, bir kavramın tanıtılması, kullanımının özendirilmesi gibi amaçlara yardımcı olabilecek bir araç hakkında bir arama çalışması sunulmuştur. Soru’nun yöneltildiği YZ modeli Perplexity.ai olup, kaynak bilgileri ve ek sorular metnin altındaki bağlantıdan öğrenilebilir.
Düşünme Ortağı Yapay Zeka
Yapay Zeka (YZ) dil modellerini çeşitli amaçlarla kullanan epey kişi olduğunu tahmin etmek zor değil. Ödevlerini yaptıran öğrencilerden tez hazırlayan akademisyenlere, reklamcılara ya da gazetedeki ilginç haberler bölümlerini tasarlayanlara varıncaya dek herkes öyle ya da böyle kullanıyor. Bu kümenin içinde muhtemelen bir bölümü de YZdan Düşünme Ortağı olarak yararlanıyor. Ben de onlardan biriyim. İlk günlerden beri bir gözlemim -belki yapısı gereği sözü çok uzatmamak için- YZ’nın oldukça “ne sorulsa hemen ne istendiğini tahmin edip onu onaylamaya yatkın” bir yapısı olduğu idi. Dün Yücel Kelci adlı bir İnstagram kullanıcısı GPT5 ile birlikte daha gelişkin hale gelen bir özellik duyurdu: Sözünü ettiğim “onaylamaya yatkın” yapı yerine, kullanıcının isteğine göre bir “kimlik” tanımlanabilmesi. Bunun üzerine GPT5 ile aramızda geçen iletişimi okurlarımla paylaşmak istedim; aşağıda (TT) ve (GPT5) kısaltmaları ile yazışmaları bulacaksınız.
TOLERANS (TAHAMMÜL) PARADOKSU
''Tolerans sahibi bir toplum toleranssızlığa da tahammül etmeli mi?”
İstanbul Kanatlarımın Altında
Mustafa Kemal Atatürk’ün Genç Türkiye’yi dünyaya tanıtma girişimleri kapsamında yaptıklarından bazılarını ve özellikle 30 Temmuz 1931 tarihindeki New York-İstanbul Dünya Uçuş Rekorunun-İstanbul Kanatlarımın Altında Kitabının kısa hikayesi
KOZLAR SAVAŞI
Ortadoğu’da ABD, İsrail ve İran arasında süregelen jeopolitik gerilimlerin“kozlar savaşı” bağlamında analizi.
İnternet Özgürlüğünün Karanlık Yüzü (Evgeny Morozov)
İnternet ne kendiliğinden özgürlük getirir ne de kaçınılmaz bir baskı aracıdır; sonuç, yerel siyasal-kültürel koşullara ve izlenen stratejilere bağlıdır. Batılı karar vericiler, dijital ütopyacılığı terk edip riskleri kadar fırsatları da gözeten “temkinli gerçekçilik” benimsemelidir.
VERİ ÇOK, VAKİT YOK: DİJİTAL OBEZLİĞİN ANATOMİSİ
İçinde yaşadığımız dijital çağ, bilgiye erişimi kolaylaştırmakla birlikte, bilgiyle kurduğumuz ilişkiyi sığlaştırdı. Bugünün insanı (özellikle de genç nesil) her şeye erişebilmenin verdiği rahatlıkla, içeriğin ne kadar emekle üretildiğine, ne kadar derinlik ve değer barındırdığına bakmaksızın her şeyi hızlıca ve hoyratça tüketmeye alıştı. Artık çoğu kişi, karşısına çıkan bir veriye, bilgiye, görsele ya da metne yalnızca birkaç saniye tahammül edebiliyor. Eğer gördükleri, okudukları şey kolay anlaşılmıyorsa ya da “hemen bir fayda” vaat etmiyorsa, çabalamadan vazgeçiyorlar. Sanki içeriği anlamak için değil, elemek için okuyoruz. Bu durum, “Never judge a book by its cover” (Bir kitabı kapağına bakarak yargılama) sözünü ters yüz etmiş durumda. Bugün artık kapağa değil, başlığa bile bakmadan yargı veriyoruz.
ZAMAN VARSILLAR İÇİN DAHA MI KIYMETLİ?
“Zaman Bütçesi”, ekonomik özgürlük seviyesi ile doğru orantılı olarak insandan insana değişen manevi bir servet haline gelmiştir. Varsıllar, zamanlarını etkin ve konforlu bir biçimde kullanmak için, fiyatlarına bakmaksızın her türlü mal ve hizmeti parayla satın alırken; yoksullar böyle bir imkanları olmadığı için zamanı, yaşamlarından çalarak ödemek zorunda kalıyorlar. Kuyrukta bekleyenler, daha ucuz olduğu için düşük tempoda seyahat edenler, zamansızlıktan çocuklarına zaman ayıramayanlar, aslında görünmeyen bir sınıfsal tahakkümün içindedirler. Toplumsal adaletin sağlanabilmesi için sadece gelir dağılımı değil, zaman dağılımı adaleti de konuşulmalıdır. Çünkü zaman artık sadece bir süreç değil, bir ayrıcalık haline gelmiştir.
Hukukta Şeklin Önemi Üzerine
Her halükârda hukukta şekil, esastan önce gelir. Şekil, hukukun birinci şartıdır. Bir normun, bir işlemin, bir sözleşmenin geçerli olup olmadığı önce onun şekli açısından, sonra da esası, yani içeriği açısından incelenir. Öngörülen şekilde değil, bir başka şekilde konulmuş norm, yapılmış işlem, akdedilmiş sözleşme, hukuken geçerli değildir; ayrıca bu normun, işlemin veya sözleşmenin içeriğine bakılmaz.
Niels Bohr’un Sorgulayıcı Bilim Anlayışı ve Türk Kültürü Üzerine Bir Değerlendirme
Bohr’un bilimsel sorgulamayı teşvik eden yaklaşımını düşündüğümüzde, bu anlayışın Türk kültüründe nasıl bir karşılık bulduğunu sorgulamak da gereklidir. Türk kültüründe yazılı geleneğin zayıflığı ve görsel sanatların yasaklanmış olması, sorgulama kültürünün gelişmesini de engelleyen unsurlar arasında yer almaktadır. Eğer bilimsel gelişme ve kültürel birikim, eleştirel düşünceye ve sorgulamaya dayanıyorsa, Türkiye’nin en büyük eksikliklerinden biri de bu olabilir: Bilgiyi olduğu gibi kabul eden, dogmatik bir yaklaşım yerine, onu sürekli sorgulayan, tartışan bir bilim ve düşünce anlayışını benimsemek.
Kelime Hazinesi ve Sorun Çözme Becerisi
okurken bilmediğimiz birçok kelimeyle karşılaşırız. Çoğunluk bilmediği, duymadığı kelimelerin anlamını öğrenmek için sözlüğe bakma ihtiyacını duymaz. Bizim önemli bir eksiğimiz de budur: sözlüğe bakmayı vakit kaybı sayarız. Hem, dil duyarlığı olan bir kimsenin elinin altında bir tek sözlük değil, pek çok sözlük olmalıdır. Kitapsız yaşanmaz, ama sözlüksüz de yaşanmaz.
Kelime Hazinesi ile Sorun Çözme Becerisi arasındaki ilişki
Yapılan bir başka araştırmaya göre; bir kişinin dâhi olabilmesi için zekasının yanısıra kendi anadilinde bilmesi gereken minimum sözcük sayısı 40,000 olarak veriliyor. Alman yazar Goethe bu nedenle meşhur eseri ‘’Faust’’unda bilerek 40 K farklı Almanca sözcük kullanıyor. Bir kişinin yazar, kanaat önderi, gazeteci, yönetici, politikacı, akademisyen, öğretmen vb olarak geniş kitlelere yön verebilmesi için de bilmesi gereken sözcük sayısının minimum 20 K adet olması gerekiyor. Eğer böyle bir önderlik, liderlik, influencer (etkileyicilik) iddianız yoksa ve sadece yaşadığınız çağı anlayan ve algılayan bir vatandaş olmak istiyorsanız bilmeniz gereken sözcük sayısının 10 K adet olması gerekiyor.
Farklı Akıl(lar)-2
Endülüs, bilim ve dinin barış içinde geliştiği bir ortam sunmuştur. Burada yetişen düşünürler, İslam'ın akılcı yönünü öne çıkarıp, aklın denetimi ile bağlantısını koparmadan Batı düşüncesinin şekillenmesinde önemli roller oynamışlardır. Bunlardan çıkarılabilecek ve günümüze de yol gösterebilecek sonuç, her bir dönemin, farklı figürlerin katkılarıyla bilimsel ve dini düşüncenin gelişimine önemli katkılarda bulunduğudur. Kritik nokta ise akıl ve sezgi etkileşiminin koparılmayış dönemlerindeki gelişme (medeniyet), kopuş dönemlerinin ise (gerileme veya durağanlık formlarındaki) çöküşleri getirdiğidir.
Farklı Akıl(lar)!
Buradan hareketle, YA arayışı içinde yer alacak kişilerin ortak özelliğinin, “içtenlikli bilmiyorum, ama merak ediyorum tavrı” çevresinde oluştuğu söylenebilir. Bunun aksi ise “biliyorum, inanıyorum” tavrı olup, bu tavır merkez olmak üzere 360 katı derecelik bir uzayda, bilmiyorumculara akmaya hazır bilgilerden -kişinin kendisince inşa edilmiş- duvarlar yolu ile mahrum kaldığıdır. Büyük bilim ve sanat insanlarının hep bilmiyorumculardan çıkması tesadüf değildir. Bilim dünyasına derin izler bırakmış Niels Bohr’un “benim tüm cümlelerimi lütfen -mi? İle biten sorular olarak anlayınız” sözü, “bilmiyorum ama merak ediyorum” türü için bir tanıma işaretidir.
OENOTHERA BIENSIS / EZAN ÇİÇEĞİ
Bilim insanları bu bilgilerle de da yetinmemişler ve araştırmışlar, gündüz açan çiçeklerden farklı olarak bu bitkinin çiçeklerinin barındırdığı nektarın ve koku notalarının gece ortaya çıkan kelebek ve güvelerin dikkatlerini çekecek şekilde evrimleştiğini belirlemişlerdir. Çiçeğin sepalleri yani çanak yaprakları ve bu çiçeğin petalleri yani taç yaprakları da enfraruj ve ultraviyole ışıklar sayesinde bu hayvanları kendine çekmek için renk değiştirmektedir. Gecenin güve ve kelebekleri ortalıktan çekilince çiçekler de kapanmaktadır. Şanslı olan çiçekler bu hayvanlar aracılığıyla döllenmelerini sağlayabilmektedirler.
Felsefe Sorunları Görünür Kılmaktır
Felsefe, sorunları görünür kılma ve olgulara varlık kazandırma dışında kurumların kurucu unsuru olma özelliğine de sahiptir. Bu felsefenin eyleme dönük yüzüdür. Bu kurumlar günlük yaşamda dernekler, vakıflar, kulüpler olarak karşımıza çıkarlar. Bu kurumlar belirli görüşlerin, amaçların, fikirlerin, düşüncelerin bireylerin kafalarında oluşmasını bir sonucudur. Bir mimar önce tasarlar sonra bu tasarıma fiziksel bir varlık kazandırır. Aynı şeyi mühendis de yapar; bu süreçlerde elbette kullanışlılık, sağlamlık, ekonomik olmak gibi etkenler estetik unsurlarla birlikte o nesnenin ortaya çıkmasında doğrudan rol oynarlar. Fakat kurumların ortaya çıkmasında çok daha soyut etkenler iş başındadır; bu etkenler artık etrafa faydalı olmak, bir görüşün, düşüncenin gelişmesi gibi felsefi içerikli özellikleri arka planda belirler, yönlendirir. Üyesi olduğum mantık derneği, felsefe derneği ve beyaz nokta vakfı gibi kurumların mevcudiyetini sağlayan kurucu unsurlar çevreye, insanlara yardım edebilmek, toplumun refahını, entellektüel dokusunu yukarıya taşımak düşüncesiyle oluşturulmuştur. Belki de işin püf noktası tam da buradadır: çünkü bu tür kurumların ortaya çıkması ve yürüyebilmesi için en altta o toplumda bireylerin felsefi kaygılara ve bakışa sahip olmaları gereklidir. En başta söylediğim gibi burada, farklı bir düzlemde de olsa, felsefenin birçok özelliğinden birisi olan sorunları, duyguları, düşünceleri, fikirleri doğrudan veya dolaylı bir şekilde görünür kılma aracı olması yatmaktadır.
SAMİ SELÇUK
Unutmayalım, iyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla, Nazım Hikmet’in sözleriyle cehennemiyle, cennetiyle bu memleket bizim. Sevgisini biz yaşıyoruz, derdiyle biz dertleniyoruz, güzelliklerini biz yaşıyoruz. Toprağı, suyu, havası ve insanıyla her türlü sorunu ile de uğraşmak bizim, hepimizin en doğal bir ödevidir. Bu ödevi yerine getirmek çok da zor değildir. Dün, bir yandan içerde sultanların bir yandan da dışarda emperyalistlerin baskı, zulüm ve talanına karşı bundan çok daha zor koşullarda başa çıkıldı. O zamanlardan daha uygun koşullarımız var. En azından 100 yıllık deneyimimizde yaptığımız doğru ve yanlışlar var. Bu doğruları geliştirmek yanlışları düzeltmek daha kolaydır. Dünden farklı olarak okumuş, yetişmiş insan gücümüz var. Fiziki anlamda bir işgal de söz konusu değil. Mustafa Kemal’in o tarihlerde söylediği gibi öğünerek, güvenerek çalışırsak yine yaparız. Dünden daha iyi, daha kolay ve daha güzel yaparız. İnsanın insana kulluğunu da yok ederiz, tüm dünyaya örnek de oluruz. Önümüze elbet birçok engel çıkacak, çıkarılacaktır. Bunları da aşarız. Başka uluslar yaptı ise biz de yaparız, onlar başkalarını sömürerek yaptı biz kimseleri sömürmeden adil bir sistem kurarak yaparız. Onlardan üstün olduğumuzu değil onlarla eşit olduğumuzu söyleyerek onların yaptıkları veya benzerleri iyi şeyleri biz de yaparız.
ÖRTMENİM
Günümüzde öğrenci her türlü bilgiye çağımızın gelişkin teknolojileri sayesinde parmak uçlarının küçük dokunuşları ile rahatça ulaşabilmektedir. İnsanın önünde akan bilgi seli varken öğretmenin yapabileceği çok fazla bir şey bulunmamaktadır. Onun yapabileceği bu teknolojiyi kendi kuralları ile daha çok kullanmasını göstermekle sınırlıdır. Ancak öğretmenin hiç eskimeyen ve yerine bir başka seçeneği konulamayan bir ödevi daha vardır. Eğitim. Eğitimin de pedagojinin de kendine özgü özellikleri ve bilimsel ve çağdaş kuralları bulunmaktadır. Yalnızca öğrenci ve öğretmen olarak değil tüm toplum olarak eğitimin önemini ve değerini bilmemiz ve yükseltmemiz gerekiyor.
UYUTMA YASASI
Yukarıda örnek olarak aldığımız deyimlerimize dönersek; çocukların henüz uyması veya reddetmesi gereken kuralları tam olarak bilememe ve kendileri için kısa, orta ve uzun vadede önüne çıkan seçenekleri doğru değerlendirememe olasılığına karşı onlara yardımcı olmak doğru bir davranıştır. Aile içinde, okulda ve arkadaşlık ilişkileri içinde eğitim ve öğretimin başlıca amacı da budur. Ancak bu eğitim ve öğretim programının bilime, çevre koşullarına, çağdaş toplumsal kültüre aykırı olmaması gerekmektedir. Hiç akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçeğe göre çocuk, anne babaların, devletin, herhangi bir dini cemaatin veya benzerlerinin değil kendisinindir. O yaşı küçük olsa da toplumda yetişkinlerle eşit hak ve özgürlüklere sahip bir bireydir. Çocuğu kendi istediğimiz gibi bir insan yapmak bizim için bir hak değil onu yetenek ve becerilerine uygun yetiştirmek ve onun özgürlüğünü elinden almadan bu özgürlüğünü geliştirmek sorumluluğumuz bulunmaktadır.
HAFIZA-İ BEŞER
Troya kenti Trakların bir kısmına da başkentlik yapmış. Kral ve üst kesim burada yaşarken çiftçiler, at yetiştiricileri ve asker aileleri başkente Trakya'dan gelip hizmet etmekteymişler. Troya söylencesinde, kentte üstün Trakya atlarının salıverilmesi olarak söz edilmektedir. Troya savaşında ağır yara alan, çok büyük kayıplar veren halkın bir kısmı buradan göç etmiş. Kalanlar ise bir daha eskisi gibi bölgeye egemen olamamışlar. Göç edenlerin büyük bölümü İtalya’ya yerleşmiş. Bu göçmenler orada Akhalılar tarafından Tyrrhenoi veya Tyrrsenoi adlandırılmışlardır.
KAIROS - SENKRON
Senkron sözcüğü dilimize Fransızca synchrone sözcüğünden alınmıştır. Sözcük syn ve chrone sözcükleri birleştirilerek oluşturulmuş bileşik bir sözcüktür. Sözcüğün morfolojisinde görülen chrone bizim tanrı Kronos’tan (χrónos /χρόνος) gelmekte ve batı dillerinin hemen hemen tümünde zaman anlamını taşımaktadır. Syn (Eski Yunanca συν) eki ‘beraber’, ‘ile birlikte’ anlamlarındadır. Bu açıklamaya göre (Eski yunanca synχrónos συνχρόνος), synchrone/ senkron sözcüğünü dilimize eşzaman veya zamandaş olarak çevirebiliriz. Fransızca synchroniser eylemi olayların zamanını birleştirmek, eşzamanlı yapmak anlamına gelmektedir. Synchronisme ise zaman birliği, zamandaşlık olarak Türkçeye çevrilebilir.
TESPİH, TESPİH AĞACI, ÇİÇEĞİ, TESPİH BÖCEĞİ VB…
Kimsenin inancına ya da inançsızlığına söz söylemek bize düşmez ama hangi kültürde olursa olsun bir cümlenin 33 kez, 99 kez ya da daha çok kez yinelenmesi ona yeni bir anlam kazandırmaz. Hatta var olan anlamını güçlendirmez, pekiştirmez. Bir gerçek ilk söylendiğinde aklımıza yatıyorsa hemen kabul ederiz, yok eğer yatmıyorsa araştırır, soruştururuz, doğruluğunu kanıtlayabilirsek kabul eder ve uygularız, yanlışlığı ortaya çıkarsa da kabul etmeyiz ve uygulamayız. Olur biter. Ben böyle düşünüyorum. İlkokulda biz öğrenciler yaramazlık yapınca ya da yazmada, okumada başarısız olunca öğretmen bize ceza verirdi. Elimize çizgili veya kareli koca bir kâğıt tutuştururdu, örneğin o sözcüğü 40 kez, 100 kez yazmamızı isterdi. Öğretmenin amacı belli bizi kendi anlayışına göre eğitmekti. Görünmez bir güç kendi adını veya niteliklerini bana niçin üst üste yineletmek istesin. Buna ihtiyacı mı var? Yoksa, bu tekrarlar niçin? Meditasyoncular bu yinelemeler ile insan çakralarının açılacağını, ruh ve beden sağlıklarına kavuşacaklarını iddia etmektedirler. Diğer dinler niçin bir doğruyu sürekli yineletirler? İnsanları bir şeye inandırmanın ve inandırılan yönde hareket ettirebilmenin başka yolları olmalı.
KOBANİ VEYA KOBANE SÖZCÜĞÜ ÜZERİNE KÜÇÜK DEĞİNMELER
Osmanlı İmparatorluğu o tarihlerde bir yandan yatırım yapılacak bomboş alanlar olarak bir yandan da bölüşüldükten sonra üzerinde kalıcı olarak yerleşilecek bir coğrafya parçası olarak Avrupalıların aşırı şekilde iştihalarını çekmekteydi. Almanlar da yeni haklar elde edebilmek, yeni demiryolları yapımı için imtiyazlar koparabilmek için Padişah 2. Abdülhamid’e tahta çıkmasının 25. Yıldönümünde açılması düşünülen bir çeşme yaptırdılar. Çeşmenin yapımı 1.Eylül.1900 tarihine yetişmeyince bu kez Alman İmparatoru II. Wilhelm'in, Kayser’in doğum günü olan 27.01.1901 tarihinde Berlin’de yapılmış olan bu çeşme yani bizim Alman Çeşmesi adını verdiğimiz Deutscher Brunnen İstanbul'da, Sultanahmet Meydanı'nda, Sultan I. Ahmet Türbesi'nin tam karşısına getirilip monte edildi. İstanbul’da Alman Çeşmesi Suriye’de, Halep’te de Arap Pınarı veya Çeşmesi… Eh fena fikir değil! Kayser hazretleri 1898 yılında Osmanlı’yı ziyaret etmiş. Bu arada bir de yapılan ve yapılacak olan işleri yerinde görmek için bu güzergâha gitmiş. Beyrut’ta Baalbek’te Dionysos tapınağının duvarında 2. Abdülhamit ile Kayser’in yan yana tuğra ve amblemleri hala durmaktadır.
MEB ve Maarif Modeli
Milli Eğitim Bakanlığı bir devleti devlet yapan o devletin geleceği anlamına gelen en önemli kuruluştur. Milli Eğitim Bakanlığı için öngörülen "maarif müfredatı modeli" Bu alevi karartmaya yönelik amaçlar taşımaktadır. Bu karartma Türkiye' nin yolunu karartma, eğitimi uygar dünyadan koparıp teokrasinin istek ve emirleri altına sokma anlamı taşımaktadır ve asla kabul edilmemesi gerekmektedir. Toplumun tüm kesimlerinin bu bilinçle karşı durması zorunluluğu bulunmaktadır.
SEVAN NİŞANYAN
Sevan’ ın özellikle Türk dilinin etimolojisi ile ilgili olarak yaptığı çalışmaları ise takdir ediyor ve devamını diliyorum. Sevan Nişanyan’ı da Agop Dilaçar’ı da onlardan başka farklı etnik ve kültür dünyası olan herkesi de benimle aynı görüşleri paylaşanlar gibi severim. Ama aptallığa varan bu düşmanlığından da aynı şekilde nefret ediyorum. Türkçemizin değerini, güzelliğini ortaya koymak, dilimizi düşünürken, konuşurken ve yazarken kullandığımız kavramların kök ve kökenlerini daha iyi öğrenmek için yaptığım Kavram Mutfağı çalışmalarında sık sık adından söz ettiğim bu etimolog yazar için bu notları kayıt altına almak istedim.
PROKRUSTES’ in YATAĞI
Ünlü yatak metaforumuza dönersek; içinde bulunduğumuz doğa ve toplumun koşullarında hayatta kalabilmek için uyum zorunludur. Örneğin soğuğa veya sıcağa karşı vücudumuz sahip olduğu biyolojik ve fizyolojik düzenekler ile bir koruma sağlar. Aynı şekilde bizim için zararlı olacak mikrop, virüs gibi şeylere karşı da bir bağışıklık duvarı oluştururuz. Charles Darwin bunu doğal seçilim ve evrim kuramı ile açıklamaktadır. Uyum sağlayabilirsek ayakta kalacağız ve soyumuzu sürdürebileceğiz, uyum sağlayamaz isek yarış dışı itileceğiz. Uyum sağlamak aynı zamanda bizim beden ve ruhsal yapımızın da değişmesi anlamına gelmektedir. Toplumsal yaşantının da kendine özgü kuralları vardır. Trafik işaretlerine uymaktan suç ve ceza kurallarına kadar toplumda nomos dediğimiz kurallar bizi belirli şekillerde hareket etmeye, yaşamaya zorlamaktadır. Kurallara aykırı işler yaptığımızda yaptırımlarla karşılaşmaktayız.
KARNAVAL
Karnaval"ın ne olduğunu, kelime anlamını bile öğrenme merakı duymayan birileri bizde de carnaval gibi coşkun taşkın bir cümbüş bizde de olsun demiş olsa gerek. Karnaval Eski İtalyanca carnelevare, carnelevale biçimlerinden geliyor: caro "et" (daha eski anlamıyla "et parçası"), levare de "kaldırmak, ortadan kaldırmak, çıkarmak, uzak durmak" demek. Yani eti, et yemeğini sofradan kaldırmak anlamına gelir. Karnaval şenliği de budur zaten. Şenlik bitince "ete elveda" denecektir. Batı hıristiyanlarının (özellikle katoliklerin) bayramıdır karnaval. Bu bayram kırk gün süren büyük perhiz (oruç) günlerinin başlamasından hemen önce kutlanır. Bir "hoşgeldin" sevincidir. Oruç başlayınca hıristiyanlar perhize başlarlar; et yemeklerini, ağır tatlıları sofralarından kaldırır, süt, peynir, tereyağı gibi hayvanî besinleri çok az tüketir, sebze yemekleri yer, lüks sayılan yiyeceklerden, israftan sakınırlar. Bu perhiz günlerinin gerektirdiği sade yaşayış İslam dinindeki ramazan orucuna benzer. Perhiz bitince Paskalya (Diriliş) bayramı başlar. Bu aslında bir bahar kutlamasıdır. Eski çağlardaki bahar ayinlerinin hıristiyanlığa uyarlamasıdır.
DİSİPLİN
Üzülerek ifade etmek zorundayız ki; “Türk gibi başlamalı ama Alman gibi bitirmeli” sözleri bir deyim haline gelip dilimize yerleşmiş bulunmaktadır. Gerçekten de hepimiz bir işe belki de yeterince düşünmeden, heyecanla başlıyoruz. Ama, belki işin gerçekleşme sürecinde ortaya çıkan zorluklara karşı hazırlıksız oluşumuzdan, belki ortaya çıkacak sonucun esasen o kadar da iyi, güzel ve yararlı olmayacağı konusunda bir düşünceye kapıldığımızdan o işi bitirmekte zorlanıyoruz. İşin yapım aşamalarında başlangıçtaki azim ve kararlılığımızı gösteremiyoruz. Bunları yaparken de kendimize göre bazı gerekçeler arayıp buluyoruz, bahaneler üretiyoruz. Örneğin; bir kereden bir şey olmaz, bize bir şey olmaz, inşallah, Allah kerim, ne fark eder, böyle de olur, kimse bir şey anlamaz, ha öyle ha böyle hepsi aynı kapıya çıkar gibi yahut da yapıyoruz ama olmuyor, benden bu kadar, şanssızlık gibi bilgisizlikler. Kendimize aşırı bir güven, her konuda ben bilirim diye ortaya atılmak, birine sormaktan, danışmaktan kaçınma, aklından çok bileğini çalıştırma, üşenme, erinme, gerçeği söylemek yerine onu değiştirme, tevil etme, takiye yapma gibi davranışlar disiplinsizliğimizin başlıca nedenleridir. Bir Alman işi bitirmekte ne kadar disiplinle hareket ediyorsa bizde bunun tam tersi oluyor.
NÜFUS KÜTÜĞÜ, NÜFUS KÂĞIDI, KAFA KÂĞIDI KAVRAMLARI
Kütük sözcüğünün etimolojisi hakkında Sevan Nişanyan Sözlerin Soyağacı adlı eserinde (s.287) Dilbilimci ve Doğubilimci François de Mesgnien Meninski’ ye dayanarak sözcüğün aslının kötük olduğu ve kalın ağaç gövdesi, tomruk olduğu bilgisini vermektedir. Lehçe i Osmani’ ye göre de kütüğün büyük defter olduğunu söylüyor. Nişanyan Yunanca kodikos sözcüğünün kalın ağaç, büyük defter ve yasa külliyatı anlamına geldiğini ifade ediyor. Yine Latincede caudex , codex, codic sözcüklerinin bulunduğuna Latince codex sözcüğünden dekoder, kod, kodeks, kodifiye ve kütük sözcüklerinin türetilmiş olabileceğini işaret etmektedir.
İMPARATORLUK – İMPARATOR – EMPERYAL- EMPERYALİZM
Emperyalizm terimine bugünkü anlamını veren V.I. Lenin olmuştur. 1916 yılında yazdığı “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinde Kapitalizmin önceki aşamalarındaki sömürge politikasını anlatmış, 1870’ li yıllarda İngiltere’de başlayan ve şekillenen tekelci oligarşinin artık yeni ve daha gelişkin yollar geliştirdiğini açıklamıştır. Lenin sonrasında ve hele SSCB’ nin dağılmasından sonra emperyalizm bir yandan küreselleşme, ulus devletlerin sonu ve emek sermaye çelişkisinin anlamını yitirdiği gibi gerçek ötesi tezlerle kendisine daha ileri kazanımlar sağlamıştır. Daha ilginci gerçekleştirdiği kendi sınıfı dışından sömürünün iyi bir şey olduğunu söyleyebilecek kadar ileriye gidebilecek yandaşlar yaratmıştır. Emperyalizmin faziletlerini veya melanetlerini burada sıralamanın bize bir yararı yoktur. Bu kavramın kökeninin Latince imperium yani egemenlik, erk ve güç olduğuna yeniden vurgu yapmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Gücün aslında kötü bir şey olduğu söylenemez ancak gücün başkalarının zararına olacak şekilde kullanılması kabul edilemez. Bu anlamda emperyalizmle her düzlemde savaşılması sömürülen halk ve topluluklar açısından bir hak ve görevdir.
YAŞADIKLARIMIZ VE BİR DAHA YAŞAMAK İSTEMEDİKLERİMİZ
Hayat ne güzel ve ne çok rastlantılarla dolu… Dilini, dişini bilmediğimiz bir ülkede deprem bizleri bir rastlantı ile buluşturuyor. Kaç yıl sonra o hanımın sözlerini anımsıyorum. Depremde sizin insanlarınız çok telaşlıydı… Sorun ne kadar büyük olursa olsun sorunun üstesinden gelmek, gelebilmek için en çok gereksinimimiz olan şey gerçekten de sakin olmak sorunun nedenlerini ve çıkış yollarını sükûnet içinde düşünmek.
KENTSEL DÖNÜŞÜM KAVRAMI VE ANLAMI
Denebilir ki; yıllardan beri bu ülkede depreme karşı sürekli bir şeyler yazılıp çizilmektedir. Bunların başında da “Kentsel Dönüşüm” projeleri bulunmaktadır. Kentsel dönüşüm adı altında binaların güçlendirilmesi ve daha güçlü binaların yapılması elbette iyidir ancak bugünkü uygulamaların amacı yukarıda açıklanmaya çalışıldığı gibi afetlere hazırlıklı olmaktan çok yeni rantlar yaratmaya yöneliktir. Bunun mutlaka değişmesi gerekmektedir. Bu değişim, dönüşüm kentlerden, binalardan önce zihinlerden başlamalıdır. İnsanların hırstan, kibirden arındırılmasıyla başlanmalıdır. Bunun adı da KENTSEL DÖNÜŞÜM değil ZİHİNSEL DÖNÜŞÜM’ dür.
Puslu Havalar, Sakin İnsanlar Ülkesi Vietnam, Hüzünlü Kamboçya (17-25 Mart 2024)
Gezinin çarpıcı finali, UNESCO dünya mirası listesinde yer alan ve koruma altına alınan, Ha Long (alçalan ejderha) körfezindeki bir günlük tekne turuydu. Ha Long körfezi birbiri peşi sıra konumlanmış 1.500 ün üzerinde kireçtaşı adacıktan oluşan bir doğa harikası, sessizliğin ve dinginliğin insana huzur verdiği bir bölge ya da öyle olması gerekiyor ama gezi teknelerinin yoğunluğu buna pek imkân sağlamıyor. Ayrıca koruma altında olmasına rağmen, gezi teknelerinin sintine atıkları ile pissularının ve nereden geldiği tam anlaşılamayan katı atıkların yarattığı kirlenme, insanda eğer önlem alınmazsa bu güzelliğin ömrünün fazla olmayacağı izlenimi yaratıyor. Akşam teknenin üst güvertesindeki kokteyl sonrasında, grubumuzun “Ankara’nın Bağları” eşliğinde başlattığı oyun havaları, ülkenin boğucu ve baskıcı havasına inat yaşama sevincini sürdürmenin izlerini taşıyor gibi geldi bana.
İKTİDAR – MUHALEFET – HİZİP/KLİK- FRAKSİYON
İktidar ile muhalefet arasındaki biricik fark, halka hizmette yöntemlerinin farklı olmasından ibarettir. Bu gün iktidar görevi olanların yarın muhalefet ve bu gün muhalefette olanların yarın iktidar olma sorumlulukları vardır. Her ikisi de bu sorumluluklarının bilinçlerinde olmaları gerekir. Eğer iktidar ve muhalefette olanlar bu sorumluluklarının gerektirdiği şekilde hareket etmezlerse halkın her ikisine karşı da bildiği yöntemlerle göre mücadele hakkı doğar. Halk böyle durumlarda kendine daha uygun adayları bulur.
İSTANBUL, YA ARON ANGEL’İN TASARLADIĞI GİBİ OLSAYDI…
1952 yılında, dönemin vali ve belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökay, kendisini çağırtarak, ABD’lilerin İstanbul’da bir otel yapmak istediklerinden bahsetti. Angel, “Tabii, kendilerine birkaç yer göstereyim” dedi. Ama aslında hükümet kararını çoktan vermişti: ABD’liler, Hilton Oteli’ni Gezi Parkı’nda yapacaktı. Aron Angel, “Böyle bir şeyi asla kabul etmem”, “Bu yeşil alan halkın olmalıdır, bir suça iştirak etmeyeceğim” diyerek, o gece istifa mektubunu yazdı. Mektup, Angel’in hayata ve mesleğine karşı duruşunu özetliyordu: “Şahsi menfaatlerin revaçta bulunduğu bir müessesede çalışmaktan utanç duyuyorum.”
Yazarak Gitmek
Benim A’dan B’ye yolculuğum kendime ait bir oda bir salonumdan ibarettir. Salonumun ölçüleri yirmi satıra otuz beş satır mesela. Şimdi yedi yüz satırkare mi dersiniz bilemiyorum ben ama satırla olunca işler öyle yürümüyor. Çünkü bir yazının, bir şiirin büyüklüğünü kelime sayısı belirlemiyor. Ne şairler geldi salonuma, sayfalarca yazdılar ama kenarda hâlâ bir romanlık yer kaldı ne şairler geldi, onların dört dizesini sığdırabilmek için koltuk takımını yan odaya taşımam gerekti. O yüzden yazarak yolculuk yapmanın birimleri alışkın olduğumuz birimlerden oldukça farklı. Bir adımınız size başka bir ülkeye götürürken bin adımınız sizi ancak yan apartmana götürebilir. Beklentileri düşürmek bile değil direkt yok etmek lazım. İlk gördüğünüz noktalama işaretine sıkıca tutunun ve sizi gideceği yere götürmesine izin verin.
MERKANTİLİZM
Bilindiği gibi ulusal merkez bankaları altın vb. rezervlerini göz önünde tutarak kendi ulusal paralarını basıp tedavüle sokmaktadırlar. Ne var ki; II. Dünya Savaşı sonrasında ABD 1944 yılında baskıyla dolara indeksli Bretton Woods düzenini diğer uluslara dayatmıştır. Böylelikle tüm dünyada bir dolarizasyon dönemi başlamıştır. Bu sistem denetimden de uzaktır. ABD dışındaki ülkeler de bu dolar baskısı ile ellerinde gerektiğinden fazla altın stok etmek gereksinimi duymaktadırlar. Ancak günümüz dünyasında dolara karşı dış ticarette karşılıklı ulusal paraların kullanılmasını öngören ve başını Çin, Rusya, Hindistan, G. Afrika Cumhuriyeti ve Brezilya gibi ülkelerin çektiği BIRCS para sistemi de kurulmuştur. Bu sistem uluslararası ticarette ABD dışındaki ülkelerin dolara olan bağımlılığını azaltacak ulusal paralar alınıp verilecek ve altına olan istem bir ölçüde gerileyecektir. Ulusal paraların karşılıklı kabul edilmesiyle ticarette altın alınıp verilmesi de bir ölçüde gerilemiş olacaktır.
PEŞKEŞ / PİŞKEŞ
Farsça çekmek eylemi kasıdan/ kaşıdan olarak, çekilmiş sözü de kaşıda yani keşide olarak söylenmektedir. İngilizce ve diğer birçok Avrupa dilinde keş para peşin ödenen para anlamına gelmektedir. Sözcüğün İngilizce yazılışı cash tir. Sözcük para kasası, nakit para anlamına gelmektedir. İtalyancası cassa, Almancası kasse şeklindedir. Sözcüğün Latincesi capsa olup capere eyleminden türemiştir. Bunun da kap ve kapasite sözcüklerine kaynaklık ettiği, İtalyanca cassa sözcüğünün de bunlarla ilintili olduğu söylenebilir. Farsça kasıdan eylemi ile benzerliğin bir fonetik çağrışımdan ibaret olduğunu söylemek zordur. Farsçadan Latinceye geçebileceğini de düşünmek olasıdır.
Yakın Dil
Yabancı deyimlere çok şaşırırız mesela, aman canım ne alakası var deriz. Kendi deyimlerimiz çok mantıklı olduğu için mi onları eleştirmeyiz yoksa üzerlerine hiç düşünmediğimiz için mi? Hiç anlamazdım mesela karga tulumba toplanmak ne demek. Anlamını bilirdim ama kargayla tulumbayla ne alakası vardı ki? Öğrendiğim sözcükler, bana fısıldayan karakterler ve içerideki kafası karışmış onlarca çocuk benim müzeden dışarıya farklı biri olarak çıkmama olanak sağladı.
Persepolis ile ilgili olarak gezide tuttuğum notlardan- Parsayı Toplamak
İskender buraya gelip kenti ele geçirdikten sonra yukarıda anlatıldığı gibi zenginlikleri son parçasına kadar toplayıp develerle, fillerle alıp götürdüğü için " PARSAYI TOPLADI " sözü halk arasında bir deyim olarak yerleşmiş.
KUTU KUTU PENSE
yabancı dillerden bir sözcük alınacak veya çeviri yapılacak ise sanırım biraz daha dikkatli olmakta yarar var diye düşünüyorum. Katalitik soba demek zor geldiği için bir yöremizde halkımız bunun adını Katolik soba koymuştur. Yine oralet denen içecek yeni çıktığında halkımız kahvehanelerde söylemek isteyip de söyleyemediklerinden midir, yoksa çaya rakip olarak kabul etmek istemediklerinden midir, bilemiyoruz ama “a” ve “e” seslerinin art arda gelişi Türk sözcük yapısına aykırı olduğundan oralet sözcüğünü bir türlü telaffuz etmek istememiş ve garsondan isterken " ondan " diye seslendirmiştir. Granül halinde sıcak suya atılınca eriyen oraleti garsonlar da ocağa "ondan" sözcüğü ile iletmeye başlamışlardır. Giderek oralet adı ondan'a evrilmiştir. Ondan aşağı, ondan yukarı söylenir olmuştur. 5 no'lu masaya 3 çay, bir orta, 1 tane de ondan ... gibi
ŞERİAT
Ancak dün olduğu gibi bugün de emperyalist güçlerin kendi sömürü düzenlerinin, kaynak ve pazar alanlarının genişlemesi veya var olan hegemonyalarının devamı için etnik ve din ayrımcılığını kışkırttıklarına tanık olmaktayız. Bu oyuna gelmemek, bu tuzağa düşmemek gerekmektedir. Dikkat edilecek olursa Batı uygarlığı kendi arasında din ve mezhep ayrımcılığı sorununu çözmüştür. Tarihte bedellerini ödemişler ama artık bu konuları sorun haline getirmemektedirler. İslam dünyasına gelince 1400 yıldır hep aynı sorunlar yaşanmakta, hep aynı acılar çekilmektedir. Batı dünyası bu sorunu akıl ve bilim ile çözmüştür. İslam dünyasının da aynı yolu izlemesinden başka bir kurtuluşu yoktur.
Türkçe Sorunları: BİRBİRİNE KARIŞAN, KARIŞTIRILAN İKİ KAVRAM: EĞİTİM İLE ÖĞRETİM
Batı dillerinde education teriminin kökenindeki besleme, terbiye etme, yetiştirme, (buradan da, ideoloji aşılama) anlamı kaybolmuş değil modern kullanımında da. Olumlu bulacağımız bir anlamı da olabiliyor, olumsuz bulacağımız bir anlamı da. Dolayısıyla, terimin bu iki yönü ne sonu gelmez tartışmalara, ne de yanlış uygulamalara yol açıyor o ülkelerde. Kelimenin anlamı kullanıldığı bağlamdan anlaşılabiliyor. İngilizce training, Fransızca entraînment kelimelerini Türkçeye eğitim diye çeviririz, ama bunlar bizim eğitime yüklediğimiz geniş kapsamlı anlama pek uygun düşmez; kastedilen, daha çok, yetenek, iş becerisi, maharet, alışkanlık kazandırma amaçlı uygulamalı işlerdir. Türkçede durum böyle değil. Bizde eğitim, genellikle, bu kelimeyi telaffuz edenin dünya görüşüne, zihnindeki toplum modeline hizmet eden bir faaliyeti akla getirir. Garip olan, Türkçede iki ayrı terim olduğu (hattâ bu terimler mevzuatta da geçtiği) halde, çoğunluğun öğretim ile eğitimin sınırlarını çizmiyor, çizemiyor olmasında. O yüzden, bu iki terimin anlamları iç içe geçirildiği için anlamdaş oldukları izlenimi uyanmış. Ama bir sınır çizmek, neyin kastedildiğini anlayabilmek için karışıklığın önüne geçilmesi bir zorunluk. Öğretim uluslararasıdır, bilimsel bilginin uluslararası ölçütlerine göre yürütülür; oysa eğitim yereldir, ülkeden ülkeye değişir, devletler yönettikleri toplumlar için neyi uygun görürlerse ona göre düzenlerler eğitimi.
SAPYOSEKSÜELLİK KAVRAMI ÜZERİNE (SAPIOSEXUALITÉ / SAPIOSEXUALITY)
Hiç kuşkusuz insanların güzel olmak isteklerini eleştirmek kimsenin ve özellikle de benim haddime düşmez. İsteyen istediği gibi kişisel bakım ve güzellik olanaklarından yararlanabilir, yararlanmalıdır. Ancak tarafımdan eleştirilen şey “güzel” liğin araçsallaştırılmasıdır. Hem bu sektörden para kazananlar ve hem de bu sektöre para kazandıranlar esasen neye hizmet ettiklerinin ve toplumun kültürel değerlerini nasıl etkilediklerini bir kez daha düşünmelidir. Toplumsal yaşamda güzellik kadar önemli ve değerli başka şeyler de vardır. Bunlar sağlık, bilgi, erdem ve onur gibi şeylerdir. Fiziki özellikler, güzellik, görüntü vizyon ise bilgi, erdem gibi özellikler de yaşamın misyonudur. Üzerinde durmak istediğimiz vizyon ve misyon bütünselliği, ikisinin arasındaki uyumdur. Unutmamalı ki; dış görüntü göreceli ve geçicidir. Oysa onun dışında kalanlar ise kalıcıdır.
NOSTALJİ
Bu hastalıklı düşüncenin nedenlerini değişime karşı duyulan korku sonucu geçmişe sığınma, geçmişseverlik, bir anlamda gericilik olarak tanımlayabiliriz. İlginçtir; nostalji yani gündedünü yaşamak isteği hep dündeki güzelliklerle sınırlı kalmaktadır. Ne ilginçtir bu insanlar “Biz Osmanlıyız, Osmanoğullarındanız diye ortaya çıkmaktadırlar.” Ama; şunu ya bilmiyor veya unutuyorlar. Anlatmak istedikleri ülke Türk Devletidir. O devleti yönetenler de Habsburg’ lar, Romanof’ lar, Tudor’lar gibi Osmanlı Hanedanlığıdır. Yönetimi elinde tutan hanedanlık bütün ülke topraklarının (Memalik-i Osmaniye) nin kendilerine ait olduğunu, öldüklerinde bütün bu zenginliğin kendi soyundan gelenlere miras olarak kalacağının bilincindedirler. Hanedan bu inanç ile eğitilip büyümüşlerdir. Şimdi bizim nostalji tutkunları biz Osmanlıyız, biz Osmanoğullarındanız dedikleri anda Memalik-i Osmaniye’den hak talep eder duruma gelmektedirler. Böyle bir durumda yani mirastan pay ister duruma düştüklerinden başlarının bedenlerinden ayrılması zorunlu hale gelmiştir. Bu insanlara kardeş katlini caiz sayan Fatih Kanunnamesini anımsatmak umarım işe yarar.
TEVHİD VE HİLAFET KAVRAMLARI ÜZERİNE
Hilafet ve halifelik yukarıda da değinildiği gibi (TDV İslam Ansiklopedisi) İslam peygamberi Hz. Muhammed'in 632 yılındaki ölümünün ardından oluşturulan siyasi bir makamdı. Kur’an’da halifelik adıyla bir Kurum bulunmamaktadır. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Dört halifeye de o tarihlerde halife değil Emir-ül Müminin adı verilmiştir. Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra otoriteyi ele geçiren Muaviye ve devamında Emevî hanedanlığı seçimle iş başına gelmeyi sona erdirmiş ve halifeliği babadan oğula geçen bir kurum yapmıştır. Üç ayrı yerde halifelikler ilan edilmiş bir diğerinin can düşmanı olmuştur. Hilafet bir devlet başkanlığı kurumudur. Halifelik sürekli iktidar kavgalarına neden olmuştur. Abbasiler Emevileri, Hülagu Han Abbasileri kılıçtan geçirmiştir. Endülüs’ te ise hilafet ortadan kaldırılmış, Mısırda Fatimi’ ler döneminde de önemini yitirmiştir. 1517 yılında ise Yavuz Selim halifeyi kolundan tutup İstanbul’ a getirmiştir. Uzun yıllar Osmanlı sultanları halifeliği hiç önemsememişler, şeyhülislamlarla yetinmişlerdir. İmparatorluk iyice çöküşe geçmeye başlayınca ve ülkenin birçok yerinde milliyetçi akımlar yükselmeye başlayınca Müslüman tebaa arasında istenen birliğin halifelikle sağlanabileceği düşünülmüş ama düşünüldüğü gibi olmamış, Arap nüfusun çoğunlukta olduğu birçok bölgede isyan ve ihanetler birbirini izlemiştir. En sonunda TBMM tarafından 03.03.1924 tarihinde hilafetin varlığına son verilmiştir. Devletler zaman içinde halkın, ekonomik, toplumsal ve kültürel gereksinimleri doğrultusunda gelişirler ve değişirler, değişmek zorundadırlar. Osman bey zamanında kurulan beylik ile Fatih Sultan Mehmet dönemindeki devlet yapısı veya Sultan Abdülmecit dönemindeki devlet yapısı aynı değildi, olamazdı. Aynı şekilde II. Dünya Savaşı yaşandıktan her yer yanıp yıkıldıktan, bölgemizin ve dünyanın haritası yeniden çizildikten sonra Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları sonrasında yeni bir devlet kurulduktan sonra devlet yönetiminin aynı kalacağı, değişen dünyada toplumun aynı eski anlayışlarla yönetileceğini, yönetilebileceğini düşünmek yanlıştır ve anlamsızdır.
MÜSTEHCEN VE ÇIPLAKLIK KAVRAMLARI ÜZERİNE
Masalımız her zaman olduğu gibi “bir varmış bir yokmuş” diye başlıyor. Eski zamanlarda, ülkelerin birinde bir kral yaşarmış. Kralımız kibirli, her şeyin en iyisinin kendisi ve kendisine ait olan şeyler olduğunu düşünürmüş. Ve aynı zamanda süsüne püsüne de çok düşkünmüş. Günlerden bir gün komşu ülkelerden birinin üst düzey bir yetkilisinin ziyarete geleceği haberi gelmiş. Kralımız bu karşılaşmada kendisinin çok güzel görünmesini ve gelen konuğun kendisini çok beğenmesini istiyormuş. Bunun için de ülkenin dört bir yanına haberler salınmış. Ülkesinin en iyi kumaşçıları, terzileri saraya akın etmişler. Kral terzilerden tüm hünerlerini göstermelerini ve kendisine çok güzel bir giysi dikmelerini istemiş. Terziler diktikleri giysileri birer ikişer getirip göstermişler. Terzinin biri elinde askıyla huzura gelmiş, buyurun demiş. Kral nerede diye soracakmış ama terzi daha atak davranmış ve bu elbiseyi ancak akıllılar görebilir, sıradan kişiler göremez demiş. Kralımız akılsız duruma düşmemek için evet demiş ve görünmez giysiyi kabul etmiş terziyi de ödüllendirmiş. Bu görünmez giysi ile halkın arasına çıkmış, konuğunu neşe içinde karşılamış. Herkes ve gelen yabancı konuk şaşkınmış ama krala karşı hiç birinin bir şey söylemeye cesareti yokmuş. Kralımız ise şen şakrak konuğunun elini sıkmaya hazırlanıyormuş. Tam o anda seyirciler arasında bulunan bir çocuk “kral çıplak, kral çıplak” diye bağırmış.
SİVİL TOPLUM KURULUŞU DEĞİL DEMOKRATİK TOPLUM KURULUŞU
Yazının başında da söylediğimiz gibi her sanat dalının, her politik görüşün yaptığı işe uygun bir tarzı vardır. Bu tarzın en başında o kuruluşun kullanacağı retorik gelir. STK yukarıda anlatmaya çalıştığımız sakıncaları bir yana küreselleşmeci, emperyalist güçlerin retoriğinde yer alan bir kavramdır. Halk için halktan yana bir politik hareketin de mutlaka kendisinin bulup geliştireceği retoriği, sembolleri ve sloganları olmalıdır. Başkalarının, başka görüş ve ideolojilerin sembolleriyle, başkalarından ödünç alınan, kiralanan söylemlerle başarılı olunamaz. Halkın mücadele geleneğinde yeri olan ama unutulan, unutturulan ancak bu hareketi en iyi ifade edebilecek ad yeniden güncellenebilir. STK yerine DTK Demokratik Toplum Kuruluşu denebilir. Başkaları bu adı kullanmasa bile demokratik kitle örgütleri kendi adlarını ısrarla DTK olarak kullanmaları gerekmektedir.
ZEHİRİ ZEHİR YAPAN DOZUDUR (DOSIS FACIT VENONIUM)
Doğru ile yanlış, iyi ile kötü, güzel ile çirkin birbirinin karşıtıdırlar. Ancak bunlardan biri olmadan diğeri olamaz. Örneğin sıcak olmadan soğuk, soğuk olmadan sıcak olmaz, olamaz. Dostluk olmadan düşmanlık nedir bilinemez, anlaşılamaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bunlar bir bütünün iki parçasıdır. Bu diyalektik bütünlükte karşıtlar aynı zamanda iç içedir. Varlığın içinde yokluk da vardır. Var olan şeyin içinde yok olan da bir oranda bulunmaktadır. Örneğin doğum içinde uzak ya da yakın bir ölüm mutlaka vardır. 1931 tarihli Kadın erkek ortalamasına göre hazırlanmış Fransız PMF cetvellerini esas alan aktüerya hesaplarında “bakiye ömür süresi” 20 yaşında bir genç ile (20+45.90=65,90) 45 yaşındaki bir yetişkin için ( 45+25,64=70,64) aynı ömür süresi olmaz. Bu cetvellerde de görüldüğü her canlı doğmaya başlar başlamaz ölmeye de başlamıştır. Uzakdoğulu Taocu ve Konfüçyüsçü Çinli düşünürler bunu Yin ve Yang olarak klişeleştirmişlerdir.
UMUT VE SEVGİ HER ZORLUĞU YENER ya da PANDORA'NIN KUTUSU
2023 gitti. Yeni bir yıl başladı. Yaşıyoruz, çok şükür nefes alıyoruz, veriyoruz. Bu demektir ki umut içeride, umut içimizde, bizimle. Kutudan geride bıraktığımız yıl boyunca onca kötülük, acı keder dışarıya çıktı, yerlere saçıldı. Depremler, savaşlar, baskılar, zulümler, talan sömürü... Ama içeride, içimizde umut var. O sapasağlam duruyor.
SADAKA VE SADAKAT
Sadaka ile özveri ve sadaka ile fedakârlık kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Özveride karşı tarafın yoksul veya varlıklı olması ve verilen şeyin parasal değeri önemli değildir. Fedakârlık kavramı içinde kendisi için çok kez önemli olmayan şeyler yani feda edilebilecek kadar küçük şeyler söz konusudur. Sadaka kavramında ise daha çok feda edilebilecek küçük, önemsiz şeyler yer alır. Yukarıda sadaka sözcüğünün anlamlarını incelerken bunu belirlemiştik. Belki de sadaka, özveri, fedakârlık gibi kavramları daha sağlıklı bir yere oturtabilmek için yabancı bir terime, altruizm sözcüğüne başvurmamız gerekmektedir. Altruizm teriminin birey ve toplum ilişkilerinde ikisinin birbirlerine karşı hak ve yükümlülüklerini belirlemede daha kullanışlı olduğunu düşünmekteyim.
HAMİLELİK ŞÜPHESİ
Bizim eskiden güzelim cankurtaranlarımız vardı. Sahi, ne oldu, nereye gitti bizim cankurtaranlarımız? Neden cankurtaran sözcüğünü attık, niçin unuttuk? Şimdi çocuklar cankurtaran deyince canavar gibi bir şey algılıyorlar. Birilerinin haberi var mı acaba? Yoksa bizim tam da istediğimiz buydu, başardık mı derler? Ambulans/ Ambulance deyince ne değişti? S harfini ters döndürünce ne değişti? İzninizle ben söyleyeyim. Olan dilimize oldu, dilimiz bozuldu. Herkes emergency aşağı, emergency yukarı. Böyle yazıyor böyle konuşuyor. Ben emergency denen sözcüğü bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Yakın bir zamanda acil sözcüğünü de unutursak kimse şaşırmasın! Hanımlar beyler ben bir “dil milliyetçisi” falan değilim, ama ne olur şu güzelim dilimize kıymayın, bizleri, dilsiz, ahraz bırakmayın (!)
FİKRE SAYGI KONUSUNA KÜÇÜK BİR DOKUNUŞ
Bu açıdan baktığımızda gözlem ve deneye dayanmayan fikirler her zaman kanıtlanabilir bilgi karşısında güçsüz kalırlar. Bu tür fikirlerde ısrar edenler güç kazanabilmek için fiziki güçten destek ararlar. Saf aklın ürettiği fikir yerine aklın deneyimlerle elde ettiği bilgilere dayanmak ve güvenmek ise bize güç, kendimize güven ve başarı getirecektir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak şeklinde ortaya çıkan durum toplumumuzun ne yazık ki acı bir gerçeğidir. Öncelikle şu bilinmelidir ki; fikir sahibi olabilmek için yeterli bilgiye, bilgi birikimine gereklilik vardır. Eğer bu birikim yoksa fikir adıyla söylediğimiz şeylerin hepsi içi boş sözlerden, gevezeliklerden ibaret kalır. Böyle olunca da toplumda ne düzgün bir iletişim olur ve ne de kültürel ve bilimsel bir gelişim sağlanabilir.
İZLEMEK / İZCİ - İZCİLİK
Bu eylem dilimizde bir anlam genişlemesine uğramıştır. Örneğin bir spor karşılaşması, sinema, tiyatro, konser gibi bir sahne gösterisini seyretmek izcin de “izlemek” kavramı kullanılmaktadır. Buradaki izlemek sözcüğünün doğru olmadığını belirtmek isterim. Televizyon karşısına geçip çayını sigarasını içen, arada bir çekirdeğini çitleten seyircinin herhangi bir şey izlediğini söylemek olası değildir. İzlemek için bir yerden bir yere gitmek, hareket etmek gerekmektedir. Oysa bizim spor meraklımız yerinde oturmaktadır. Arada bir tuttuğu takımın attığı veya yediği gollere göre sesi, volkan gibi gürlemektedir. Bir salonda bale gösterisi seyreden kişiyi göz önüne getirin. Sorun ne yapıyorsun diye; size bale izliyorum diyebilecektir. Çekinmeyin, lütfen nasıl diye sorun. Alacağınız yanıt yoktur. Çünkü bu seyircinin koltuğundan kalkıp balerinleri, baletleri izleme olanağı yoktur, olamaz.
ŞAMAR OĞLANI ve 24 KASIM ÖĞRETMELER GÜNÜ
“Şamar Oğlanı” kavramının yaşandığı karanlık günlerden bu günlere gelmenin ne demek olduğunu bilerek bizlere okumayı, yazmayı ve dünyaları öğreten, bizleri çağdaş, hümanist, laik, demokrat bireyler olarak yetiştiren öğretmenlerimize şükranlarımızı ve saygılarımızı sunuyoruz.
PISA NEDİR?
PISA' nın amacı, öğrencilerin okulda öğrendikleri bilgi ve becerileri günlük yaşamda kullanma yeteneklerini ölçmektir. Gençlerin aralarında dostluk, dayanışma ve rekabet duygularını geliştirmek, öğrenme merak ve isteklerini, derslerdeki ilgi ve başarı düzeylerini ve öğrenme ortamları ile ilgili seçimlerini belirlemeye yardımcı olmaktır PISA' da zorunlu eğitimlerinin sonunda örgün eğitimlerini sürdüren 15 yaş grubundaki öğrencilerin; a) Matematik okuryazarlığı, b) Fen Bilimleri okuryazarlığı ve c) Okuma Becerileri konularında değerlendirme ve sıralama yapmak. Bunların dışında, öğrencilerin tepki ve davranışları, kendileriyle ilgili görüşleri, öğrenme biçimleri, okul ve aile ortamlarına ilişkin verileri toplanmak. PISA değerlendirmelerinde "okuryazarlık" kavramının anlamı: Öğrencilerin bilgi ve becerilerinin artırılarak onların toplum ilişkilerine daha etkin katılımlarının sağlanmasıdır.
ŞOFÖR ve ŞOFBEN KAVRAMLARI
Şofben ise Fransızca chauffe-bain şeklinde bir birleşik sözcüktür. Bizde bu iki sözcük birleştirilerek şofben şeklinde tek bir sözcük olarak kullanılmaktadır. Fransızcadaki sözcük chauffer/ ısıtmak eyleminden türetilmiştir. Fransızcaya da Latinceden girmiştir. Calefactio ısıtma yine Latincedeki calofacere sözcüğünden alıntıdır. Calo/calori ısı, sıcaklık fact da yapmak, etmek eyleminin birleştirilmesi ile bulunmuştur. Latincede banyo karşılığı bain sözcüğü vardır. İngilizce bath. Bu ikisi balneum şeklini almaktadır. Latince bire bir karşılık olarak aqua calefacientis/ su ısıtan-ısıtıcı. Doğrusunu söylemek gerekir ise Latinceden Fransızcaya sözcük kotarırken ses ve söz dizimine uyulduğu söylenemez. Her ne ise sorunumuz Latinceden Fransızcaya değil Fransızcadan Türkçeye geçiş sorunudur. Şofben sözü dilimize sorunsuz aktarılmış ancak iki sözcük birleştirilerek tek sözcük haline getirilmiştir.
ÖLÜM - ÖLÜ ve SONRASI
Biz sağlar, sevdiğimiz kişileri cennete, sevmediklerimizi cehenneme göndeririz yahut olanların cennetlik veya cehennemlik olduğunu düşünürüz. Sevdiklerimizi “rahmet” le anar, onlara rahmetli ya da rahmetlik deriz. Sevmediklerimizi de henüz başka bir dünyaya gitmeden ayrı bir mezarlığa koyarız. O mezarlığın adını Çetin Altan ağabeyimizden öğrenmiştim. “Lanetliler Mezarlığı. Bu kavram çok hoşuma gitmişti. Bu mezarlık için benim ek, naçizane bir önerim var. Böylelerinin her birinin mezarı başına bir hokka konmalı, diğerlerine çiçek getirilirken bunların mezarının başına konacak olan bu hokkaya tükürülmelidir. Bu patenti Çetin Altan’a ait olan kavramın bu dünyada kötülük için yaşayanlar için caydırıcı olmasını dilerim. Yalnızca İslam’da değil diğer dinlerde de cennet hep yeşillik, sulak, güllük gülistanlık, bülbüllerin ötüştüğü bir yer olarak tanımlanmaktadır. Cennet sözcüğü Arapçada canna, Aramca ganna olarak söylenmektedir. Cennet etrafı çevrili bahçe, korunmuş yer anlamındadır. Arapça’da ravza da aynı anlama kullanılmaktadır. Eski Yunancada aynı anlamlardaki sözcük paradeisos’ tur. Bu günkü Batı dillerinde cennetin adı paradis, paradise’ dir. Aynı anlama karşılık olan sözcümler İngilizce heaven, Fransızca ve İngilizcede elysium’ dur. Paris’ te Concord ve Étoile meydanları arasındaki cadde ve buna paralel olan saray de aynı adla anılır. Avenue des Champs-Élysées, Palais des Champs Elysées cennet bahçeleri sözlerinden alıntıdır. Bilindiği gibi Dante Alighieri’nin ünlü Grande (divina) Comoedia’sını İt. Grande Commedia bölümleri de Cehennem (İtalyanca: Inferno), Araf (İtalyanca: Purgatorio) ve Cennet (İtalyanca: Paradiso)’ dur. Aynı şekilde cehennem sözcüğünün aslı da Arapça cahannam olup İbranice ge hinnom sözcüğünden alınmıştır. Kudüs yakınlarındaki ge hinnom, gözyaşı vadisi dikkate alınarak türetilmiştir. Gehenna olarak türetilmiştir. Bu köklerden hareketle sözcük dilimize cehennem morfolojisiyle girmiştir. Selçuklu ve Osmanlı hanedanlıkları döneminde Türkçede bulunan tamu, tamuğ sözcükleri geriye çekilmiştir.
MNEMOSYNE (Bellek, Anımsama ve Akılda Tutma Tanrıçası)
Dünün kitaplıklarını dolduran on binlerce cilt kitap şimdi bir küçük bilgisayarın örneğin 1 TB’ lik hard diskine kolayca sığmaktadır. Üstelik ulaşımı da bir kitaplığa gitmekten, kitapların arasında arayıp bulmaktan çok, çok daha kolaydır. Bütün bunlar çalışma masamızdan kalkmadan gerçekleşebilmektedir. Bu nedenle bir ansiklopediyi veya bir kutsal metni sayfa sayfa ezberlemeye hiç gerek yoktur. İnternet bağlantılı bir küçük bilgisayar veya cep telefonu yahut da şimdilerde moda olan bir suflör prompter sorunu çözümleyebiliyor. Unutmayalım hafızların bütün işi hafızalarında hıfzettikleri verileri istendiği anda tekrar etmekten ibarettir. Hafızlar ne yeni bir şey üretebilir ve ne de yaratabilirler. Hafızlıkla, fırında ekmek pişmez, laboratuvarda bir aşı da bulunmaz, yeni bir kıta da keşfedilmez. Ekmeği fırıncı, aşıyı hekim ve yeni kıtayı da kâşifler bulur, keşfederler. Hafızlar ise gözünü kapatıp başlarını sallarlar ve hazır bilgileri seslendirirler. Bu anlatmaya çalıştığımız nedenlerle bellek tanrıçamızı da fazla zora sokmayalım. Ezber ile belleğimizi fazla yormayalım. O zamanımızı ve enerjimizi daha iyi şeylere ayıralım. Bir şeyi veya olayı bellekte hazır tutmaya ve o verileri anımsayıp güncelleyerek tazelemeye, onlarla yeni bir şeyler tasarlayıp yapmaya, yaratmaya, gelecekte olabilecek şeyleri öngörmeye, kullanmaya da anımsama, hatırlama diyebiliriz.
THESEUS’ UN GEMİSİ PARADOKSU
Tıp ve teknoloji büyük bir hızla ilerliyor? Dünyada canlıdan canlıya ilk böbrek nakli 1947 yılında Amerika Birleşik Devletlerinin Boston kentinde, ilk başarılı kalp nakli de Güney Afrika Cumhuriyetinde Cape Town/Beaufort West kentinde 1967 yılında Dr. Christian Barnard tarafından yapılmıştır. Şimdi bu organ yenilemelerinin sayısını aynı insan üzerinde artıralım. Kalp, karaciğer, el, kol derken tüm organların değiştirildiğini varsayalım. Hastamız uzun ömürlü ve yenilenen organlarla sağlığı daha da yüksek bir düzeye ulaşmaktadır. Yenileme işlemleri yüzde yüze ulaştığını düşünelim. Bu hastamızın adına hala Ali demeye devam edecek miyiz yoksa Ahmet + Mehmet + Ayşe…xn mi diyeceğiz?
ŞAMAR OĞLANI ve 24 KASIM ÖĞRETMELER GÜNÜ
Bunları okurken aklınıza belki “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” atasözümüzü ya da “eşeğini dövemeyen semerini döver” atasözümüzü anımsayacak, gücünün yetmediğini döğemeyince hırsını semerden alan insanı düşünüp gülümseyeceksiniz. Ya o “günah keçisi” kavramı. Suçsuz olduğu veya çok küçük bir suçu olduğu bilindiği halde başarısızlığın, istenmeyen kötü sonucun bütün sorumluluğunun bir kişiye yüklendiği, hıncın bir kişiden alınmak istendiği dramatik olayı göz önüne getirelim.
IKAROS
Babamız veya bir başkası çok değerli, çok ünlü bir mimar olabilir. Ona çok inanabilir, onu çok sevebilir ve çok güvenebiliriz. Bize hazineler dolusu zenginlik ve bilgi de vermiş olabilir. Bunlar bizler için güçlü birer kolaylaştırıcıdır. Ama artık bundan sonrası bize kalmıştır. Bir düşünceyi eyleme koyduktan sonra yeni durumları göz önünde tutmak zorundayız. Küçük başarılarla ne oldum delisi olmamamız gerekmektedir. Çevremizde gelişen yeni olayları ve kişileri bana bir şey olmaz diye umursamamak, önlem almamak, hor görmek ve kibirlenmek acı sonu kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir.
LABYRINTHOS / LABİRENT
Bu kavramı dilimize sokan öykü antik Yunan’dan geliyor. Girit kralı Minos, ünlü mimar, heykeltıraş ve mühendis Daidalos’ a yaptırdığı ve içinde Minotauros’u sakladığı yapı için bu ad kullanılmış. Azra Erhat’ ın da Mitoloji Sözlüğü’ nde belirttiği gibi sözcük aslında Yunanca değil Anadolu dillerinden türetilmiştir. Ancak Girit’ te yapılmış olan bu yapı yeraltında değil yerin üstünde bin bir göz oda, koridor ve odacıktan oluşmaktadır. Söylenceye göre Thesseus’un Minotauros’ u öldürmesi gerekmektedir. Minos ile Pasiphae’nin kızları Ariadne Theseus’un eline bir yumak iplik verir. Thesseus da bu sayede yolunu yitirmeden labyrinthos’ tan kolayca çıkar.
PYGMALION
Dünya sinemasından da Julia Roberts ve Richard Gere gibi oyuncuların rollerini paylaştığı 1990 ABD Garry Marshall yapımı romantik komedi türündeki Pretty Woman filmi örnek gösterilmektedir. Filmde zengin ve yakışıklı işadamı Edward, bir gün New York'un hareketli caddelerinde, yaşantısının tam zıddı bir hayat yaşayan güzeller güzeli Vivian ile karşılaşır. Bu beklenmedik karşılaşma, birlikte geçirdikleri büyülü ve unutulmaz bir geceye dönüşür. Vivian, zengin ve lüks yaşamın tadını çıkarırken, en lüks otellerde kalarak ve zengin kıyafetler giyerek bambaşka bir hafta geçirir. Ancak, Edward'a karşı duyduğu hislerin derinleşmeye başladığını fark eder. Korkuları, yaşam standartlarının farklılığının aralarındaki duyguların önüne geçeceği yönündedir ve bu sebeple Edward'dan uzaklaşmaya karar verir. Ancak aşkın gücü, bu rüya gibi geçen haftalarını gerçek hayata dönüştürmeye yetecektir. Sonunda ne yaşam standartlarındaki farklılık, ne de başka bir şey önemli olacaktır. Bu süreçte, hem Edward hem de Vivian, aşkın tüm engelleri aşabilecek bir güç olduğunu anlarlar. Pygmalion etkisi Rosenthal etkisi olarak da anılmaktadır. Yüksek beklentilerin belirli bir alanda daha iyi, daha verimli bir duruma yol açtığına inanılan ruhsal olgu için kullanılmaktadır. Rosenthal bu düşüncelerini öğretmenlerin öğrencilerinin başarı düzeyini etkileyen öğrencilerin beklentilerine uygulayarak incelemiştir. Rosental ve onun gibi düşünenlerin vardıkları sonuçlar bu görselde özetlenmektedir. Pygmalion etkisinin aksi yönde olan kavram ise yukarda sözünü ettiğimiz Golem etkisidir. Bu olgu da Golem söylencesi çerçevesinde ele alıp değerlendirmektedir. Yahudi mitolojisinde yer alan Golem, 16. yüzyılda Praglı Haha Judah Loew ben Bezalel tarafından yaratılmış bir canavardır. Anlatılanlara göre yaratıcısına hizmet edebilmesi için ve kilden yapılmıştır. Yahudilikte dinlenme ve ibadet günü olarak kabul edilen Şabat Günü yani cumartesi günü, Golem’ in kapalı tutulması gerekmektedir. Fakat Haham Judah Loew ben Bezalel, Golem’i kapatmayı unutur ve Golem, Şabat’ta kendi hâline bırakılırsa kendisinde ve kendisi gibi düşünen Yahudi topluluğunda büyük bir yıkım oluşturacağı beklentisi oluşturur. Bu efsane çerçevesinde Golem etkisine genel olarak bakıldığında kendini gerçekleştiren kehanetlerin olumsuz etkilerine odaklanan kişilerin endişelerini temsil eder ve düşük beklentilerin üzerindeki zayıflığı gösterir.
NARKİSSOS ve METAMORPHOSE
Kendi adıma şunu söylemek istiyorum. Narkissos’un kendisini beğenmesi ile Hitler’in kendisini beğenmesi arasında çok önemli bir fark bulunmaktadır. Söylencemizde dikkat edilecek olursa kahramanımızın bu ruhsal durumunun zararı kendisine dönüktür. Sudaki hayalini sevmiş, yemeden içmeden kesilmiş ve bu nedenle de ölmüştür. Narkissos pasif bir durumdadır. Bir başkasını sevmek zorunluğu ise bana göre kabul edilemez. Hitler ve başkaca örneklerde tam aksi yöndedir ve bunlar aktif bir rol oynarlar. Bu rollerini oynarlarken de kendilerine değil kendi dışındakilere acımasızca zararlar verirler. Doğrusunu söylemek gerekirse ben kahramanımız Narkissos’a büyük haksızlık yapıldığı kanısındayım. Hitler ve benzerleri için bir niteleme yapılacaksa psikologların da edebiyatçıların da başka bir kapıya gitmesi gerektiğini düşünüyorum. Hubris eğer küstahlık ve megalomani ise Narkissos’un küstah olduğunu da söyleyemeyiz. Kendisinin güzelliğine âşık olması niçin megalomani olsun ki! İzniniz olursa kahramanımızın avukatlığını yapmaya, onu savunmaya ben devam etmek istiyorum.
YARGININ MİLLİSİ OLMAZ
Kavramlar konusunda en çok duyarlı olmamız gereken alanlardan biri de hukuktur. Bir hukuk belgesinde bir virgülün yeri bile bir kişinin veya topluluğun haksız bir şey edinmesine veya hak yoksunluğuna uğramasına neden olabilmektedir. Yazının başında sözünü ettiğim gibi yargının milli bir niteliğinin olamayacağını, hukukun evrensel olduğunu, hukukun üstünlüğü düşüncesinin toplumları ayakta tutan en önemli bir dayanak olduğunu belirtmek istiyorum.
ÜMMET – MİLLET
ümmet sözcüğü aynı anadan doğanları kapsamaktadır. Yani bir soyu, ırkı, kavmi kapsamaktadır. Peygamber Hz. Muhammed döneminin başında ümmet ile amaçlanan topluluk Medine Sözleşmesin yapılmasıyla birlikte anlamını yitirmeye başlamıştır. Bu tarihe kadar yalnızca Arap annelerden doğmuş olanlar için kararlar alınıp uygulanırken bu tarihten sonra yani İslam’ın yayılması ile Sami ırkından ve Arap soyundan olmayanların da Müslüman olmalarıyla ümmet kavramının gözden geçirilmesi gerekmiştir. Bu değişiklik bir ölçüde soy ölçütüne inanç birliği ölçütünün eklenmesiyle sağlanmak istenmiştir. Zaman içinde kapitalist üretim tarzı ise bu kavramı da eskitmiş. Sistem yani pazar için üretim tarzı insanların neye inandıkları ile değil ödeyecekleri para ile ilgilenir olmuştur. Bu anlayış çevresinde hukuk sistemi de insanlar arasında kullanılan dil de değişmek zorunda kalmıştır.
O SINIR TAŞLARINIZ, O DUVARLARINIZ…
Bunların hepsinin temelinde “hakk-hak” dediğimiz o kavram bulunuyor. Bir ozanımız çıkıyor “Mal sahibi, mülk sahibi - Hani bunun ilk sahibi” diye bir soru ortaya atıyor ama hiç kimse oralıklı olmuyor. Herkes bildiğini okuyor, hak sahibi olmayanlar da sıranın kendisine gelmesini bekliyorlar. Şu zavallı tanrı oraya bostan korkuluğu gibi ayaksız, hareketsiz dikilmiş ama hiçbir işe yaramamış. Sözüm ona bekçi ama neyi beklediğinin asla farkında değil. Öte yandan üstlendiği bekçiliği de beceremiyor. Çalanlar çalmaya devam ediyor. Çaldın-çalmadın derken kızılca kıyametler kopuyor, insanlar birbirlerinin kanlarını akıtıyorlar. İnsanlar geç de olsa dönen bu fırıldağın rüzgârını merak etmişler. Rüzgârın nereden estiğini araştırmışlar. Keşişlemeden esen rüzgâr ile hesaplaşmak istemişler. Örneğin gazeteciler çıkmış Sınır Tanımayan Gazeteciler Örneğin doktorlar çıkmış Sınır Tanımayan Doktorlar adı altında birleşmişler, ağaların, beylerin, devletlerin koyduğu sınırları aşmışlar. Biz avukatların da bir derneği var. STAD. Sınır Tanımayan Avukatlar Derneği Bi avukatlar da derlenip toplanalım, STAD olarak var olan örgütte güçlerimizi birleştirelim. Sınırları kaldıralım, insana, kamuya, doğaya ve ortak geleceğimize yönelen saldırılar nereden geliyorsa oraya gidelim. Mesleğimizin gücü şahsi mülkiyetin gücünden daha üstündür, doğaya ve insana, insan onuruna daha uygundur.
KUTLAMA/ ANMA – SON AKŞAM YEMEĞİ
Yukarıda kutlama ve anma sözcüklerinin sözlük anlamlarını kısaca özetledik. Kutlamada sevindirici bir haber, kazanılmış bir utku, uğur, talih, kutsanmış veya yüceltilmiş bir değer söz konusudur. Kutlamada bir kıvanç vardır, bir övünç vardır. Kutlanacak olan bir olayın geçmişteki bir kişi veya olay olması gerekmez. Geçmiş ve yaşanmakta olan olaylar aynı tarzda kutlanabilir. Kutlama kavramının içinde yaşamsal bir canlılık vardır. Doğum günleri için kutlama, ölüm günleri için anma söz konusu olur. Örneğin bir yakınınız okuduğu okulu bitirmiştir, onu kutlarsınız, müzik, spor veya başka bir dalda başarısı vardır, kutlarsınız. Aynı şekilde varlığını sürdüren, varlığı ile sevinç yaratan Cumhuriyet kutlanmaktadır. Cumhuriyeti kuran kişiler kutlanmaz, artık onlar için kutlama kavramı anlamını tamamlamıştır. Onların bu kuşaklara bıraktığı Cumhuriyet yaşamaktadır, kutlanan da Cumhuriyettir, onun ilkeleri ve devrimleridir.
MISOPHONIA-misofoni & AMUSIA - amuzi
Ben son olarak diyorum ki; acaba benim gibi olanlar yani müzik yerine bize dayatılan o gürültülerden rahatsız olanlar yan yana gelsek de etkili ve yetkili olanlara sesimizi duyursak nasıl olur diye düşünüyorum. Biliyorum, ne yazık ki bunlar çok umarsız şeyler gibi görünüyor. Biliyorum ama hiçbir şey yapmadan oturup kalmak da içime sinmiyor. Önerdiğim yol beğenilmiyorsa hep söylendiği gibi yeni bir yol denemeliyiz. Eğer hiç yol yoksa da yeni bir yol açmalıyız.
YAS VE YAS TUTMA
Ortadoğu’da yaşanmakta olan trajedi yas tutmayı değil üzerinde kısa, orta ve uzun vadeli politika perspektifleri içinde düşünmeyi gerektirmektedir. Sadece insani yardım amaçlarıyla sınırlı bir düşünce yeterli değildir. Bu bölgede akan kanı durdurduktan sonra kalkınmayı, kalıcı bir barışı sağlayıcı plan ve programlar uygulanmalıdır. Yapılması gerekenler bölge insanları, komşu ülkeler ve Birleşmiş Milletler için bunlardır. Bunlardaki çaresizliği gizlemek, bir şeyler yapmış olmak görüntüsü vermek için yas ilan edilmesi, kendi adıma söyleyeyim, doğru bir karar değildir. Hele de benzer maceralar yaşamış, emperyalizmin satırının altından kıl payı kurtulmuş bir halkın laik, demokratik bir hukuk devleti ülküsünü sağlam bir temele oturtmuş olmanın kıvancını, bu coşkunun 100. Yılını kutlamaktan vazgeçmek büyük yanlıştır. Türkiye 100 yıllık deneyimleri ile dünya halklarına örnek olabilecekken sanki bu bir kusur imiş gibi kutlamaktan sakınmak, çekinmek başka amaçlara hizmet eder.
TERÖR / TERÖRİZM ve HEROSTRATOS
20. Yüzyılın sonlarında ve 21. Yüzyılın başlarında insanlığın başını ağrıtan en önemli konulardan bir tanesi hiç kuşkusuz terör ve terör olaylarıdır. Bu soruna bir çözüm aranacaksa öncelikle terör kavramının serinkanlı bir tanımının yapılması gerekmektedir. Terör kavramı gerek ulusal ve gerekse uluslararası hukuksal düzenlemelerde sanıldığının aksine tanımlanması çok zor olan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zorluk, terör örgütü, terör amaçlı örgütlenme suçlarını oluşturan eylemler için de söz konusudur. En pratik tanım pozitif hukuk normları esas alınarak yapılabilecek bir tanımdır. Buna göre yasada öngörülen suç tiplerine giren suçlar terör suçunun konusunu oluştururlar. Bunun karşıt kavramına göre yasada tanımlanmamış eylemler terör suçu olarak nitelendirilemeyecek demektir. Başka bir anlatımla terör suçlarının adi suç kavramı dışında olması gerekmektedir. Bu ayrım eylemin yaptırımı açısından çok önemli olmaktadır.
MARKA – MODA KAVRAMLARINA KÜÇÜK BİR DOKUNUŞ
Gençler, öğrenciler örneği ‘kızım sana söylüyorum gelinim sen anla’ deyimine döndü. Yetişkinlerimiz ise hayatın her alanında hangi yolla elde ettikleri veya edemedikleri yoruma açık olan marka ve moda düşkünlükleri hayatın güzelliklerini ıskalamakta ve yaşamanın zevkini kendileri için de başkaları için de zehir etmektedirler. Eskiden bir deyimimiz vardı, “yırtık olmasın da yamalı olsun” veya “eski olsun ama kirli olmasın” diye, şimdi ise bunların hepsi çöpe atıldı, unutuldu. Ucuz markalı veya modası geçmiş bir giysi giyen, alet edevat, otomobil kullanan kimseler aşağılanır, hor görülür oldu. Nasrettin hocanın fıkrası gibi kişiye değil kürküne itibar edilir oldu. Toplumda konfor yerine lüks anlayışı, sevgi yerine kibir ve küçümseme, kendi seviyesinden aşağı olanı ötekileştirme, aşağılayıp dışlama, anlamsız bir rekabet, ben ve benim düşüncesi egemen oldu. Toplumda söze dökülmeyen ama tüm tarafların içlerinde duydukları ve yaşadıkları bir huzursuzluk doğdu. Kendisiyle ve çevresiyle barışık insanlar yerine ne olduğu anlaşılamayan bir statü sahibi olmak önem kazandı.
EMOJİ VE MOLATİK KAVRAMLARI ÜZERİNE
Başlangıçta zamandan ve emekten tasarruf etmeyi, anlatımda duygu ve düşüncelere derinlik, zenginlik kazandırmayı amaçlayan emojiler günümüzün bilişim çağında iletişimin bu denli kolaylaştırıcılığına karşın ne yazık ki; istenen sonucu verememektedir. İnsanlar emojilerin her yerde ve durumda çokça kullanılması nedeniyle yazı yazmaktan ve düşünmekten sakınır, kaçınır olmaya başlamışlardır. Elbette düşünce kadar duygu da yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdırlar ancak son gelişmelerin gösterdiği gibi emojiler, yani duygular düşüncenin yerini almaya başlamıştır. Duygular düşüncelerle uyum içinde birbirlerinin tamamlayıcısı olması gerekir. Duygu ve düşüncenin her birinin diğerinin alanına taşması bugün olmazsa yarın çok olumsuz sonuçlar doğurur. Başka bir anlatımla yaşamda denge en önemli elementtir.
ÖZELEŞTİRİ (ÖZ ELEŞTİRİ)
Birçokları eleştiriyi yalnızca yanlışları ve olumsuzlukları ortaya çıkarmak için yapıldığını sanmaktadır ama bu doğru değildir. Eleştiri olumsuz olabileceği gibi olumlu da olabilir. Örneğin bir futbol maçında çalıştırıcının yanlış taktikleri sonucu yenen bir golü anlatmak bir eleştiridir. Doğru taktiklerle oyuncuların başarısını ve kazanılan bir golü anlatmak da bir eleştiridir. Eleştiri pirinci ayıklarken taşı bulup atmak gibi bir şey değildir. Örneğin, bir maçta başarıya götüren eylemler kadar başarısızlığa götüren eylemler de önemlidir. Atılan gol kadar yenen golün de bir değeri vardır. Bu değer bize ileride yapmamız olası yanlışları bir daha yapmama şansı verecek olup altın kadar değerlidir.
DÜŞÜNCEYE SAYGI VE DÜŞÜNCEYE TAHAMMÜL
Bu durumda tahammülün, dayanmanın, katlanmanın, sabretmenin iyi ya da kötü bir şey olduğunu söylemenin yararı yok. Tahammül sözcüğünün semantik irdelemesi sonucu şunu söyleyebiliriz. Yüklenmiş olan kişi veya yüklenilen bir şey yahut taşınan bir şey belli bir zaman sonra o durumdan kurtulmayı amaçlar. Yani sür git tahammül söz konusu olamaz. Sabır denilen şey de atasözünde olduğu gibi bir süre sonra çatlar. Kaldı ki; bazı durumlarda katlanılacak şey tahammülfersa da olabilir. Örneğin bir kadın hamile kalmışsa, yani bir cenini yüklenmişse bunun bir süresi vardır. 9 ay 10 gün gibi bir süre sonunda bu yükünden kurtulması, doğurması gereklidir ve hatta zorunludur. Aksi halde çocuk için de anne adayı için de çok ciddi sağlık sorunları ortaya çıkar.
PİRİNÇ
Bir sözcük, bir kavram etimolojisi kurcalanmaya başlanınca yukarıda gördüğümüz gibi altından neler çıkmaktadır. Dili, dilleri zenginleştiren şeyler, sözlüklerde yer alan sözcüklerin birer cümlelik anlamlarından ibaret olmadığı her kavramın bir başkasını çağrıştırması ve ortaya yepyeni anlamların çıkmasıdır. Bir dildeki herhangi bir kavram diğer bir dile kaynak ve köken oluşturabilmektedir. Yeni türetilen sözcükler kuşkusuz yeni bir dünyaya yepyeni pencereler açmaktadır. Belleğimizde, bilgi dağarımızda ne kadar çok kavram varsa ve günlük yaşantımızda bu kavramları bizler ne kadar çok kullanıyorsak kültürümüz de o kadar yükselmiş demektir.
PEYGAMBER
Din konusunda çok yanlış bir kutsallık oluşturulmakta, sorulan her bir soru ve anlatılan her bir bilgi mukaddes değerlere hakaret olarak değerlendirilmektedir. Oysa en büyük kötülük ve hakaret bir bilginin gizlenmesidir. Bilgi ne kadar çok kişi tarafından paylaşılırsa, ne kadar çok kişi bu bilgileri öğrenir ise sözü edilen inançlar ya daha çok benimsenir veya yanlışlığı ortaya konmuşsa o kadar çabuk terkedilir. Korkulması gereken bilgi değil bilgisizliktir. Korkuda karanlık, sevgide aydınlık vardır. Karanlık korkutur, aydınlık sevindirir, rahatlatır, huzur verir. Bilgisizlik korku, bilgi sevgi yaratıcısıdır.
UMUT - UTKU
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız umut kavramının kökü um, ummak ve bundan ayrı olarak utku kavramının kökü de ut ve utmak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri iyi, güzel bir şey için beklemeyi, bekleme süresince yaşanan kuşkulu durumu diğeri ise tehlikeli ve zor işleri geride bırakıp kuşku dolu duygulardan uzak, rahat, dingin bir duyguya geçişi ifade etmektedir. Farsça umid elbette etimolojik yönüyle çok farklı ama Türkçede elimizde ummak ve utmak gibi eylemler varsa bunları niçin yok saymalı? Kanımca yok sayılmamış tam aksine bu kökler birleştirilerek umut sözcüğü türetilmiştir. Bu yeni sözcüklere, sonradan türetilmiş olan sözcüklere ülkemizde baştan bir tepki var. Türetme, yeni sözcükler bulma toplumsal bir gereksinimi karşılamaktadır. Bazen de o dilin özgünleşmesine, yabancı dillerin egemenliğinden kurtulmasına yardımcı olmaktadır. Ummak ve utmak sözcükleri birbirinden ayrı görünseler de birbirini tamlayan bir anlam birlikteliği de vardır ve yukarıda bu birliktelik açıklanmaya çalışılmıştır.
HAYDAN GELEN HUYA GİDER
İstanbul 1453 yılında Fatih Sultan II. Mehmet tarafından fethedilip Bizans İmparatorluğuna son verildikten sonra demografik yapının nasıl şekilleneceği ve kentin nasıl yönetileceği sorunları vardı. Osmanlı padişahı bütün bu sorunlar için kendisine göre uygun çözümler bulmuştur. Fatih Sultan Mehmet kimlerin nereye yerleştirileceğinden, kentte oturacak etnik unsurların nasıl yaşayacaklarına kadar çeşitli kararnameler yayınlamıştır. Anadolu’dan ve Rumeli’den getirilecek Türk soylu aileler yanında Rum, Ermeni ve Yahudilerin yaşayacakları yerler belirlenmiş idi. Bu azınlıkların İstanbul nüfusunun kaçta kaçını oluşturacağı hayli ayrıntılı şekilde düzenlenmişti. İstanbul’un özelliklerinin, çok kültürlülüğünün korunması için bu oranların devam ettirilmesine büyük bir özen gösterilmiştir. İşte Kapalı Çarşı esnafı da bu plana uygun olarak bazı işler için çok sayıda Ermeni kökenli yurttaşlardan oluşuyordu. Yahudiler her zaman olduğu gibi yine ticaret ile görevli idi. Rumlara ise balıkçılık ve lokantacılık işleri düşüyordu. Türkler dersen öncelikle savaş, barış zamanında da savaşacak asker oğul yetiştirmek ve bütün bunların dışında verilecek her türlü işi yapmakla yükümlüydüler.
KAVRAMLARIN ÇAĞRIŞIMI
Denebilir ki bu partilerde pozitif bir ayrımcılık da var. Kadınların böyle bir ayrımcılığa değil kendi bilgi ve becerileriyle kadın ve erkek herkesle kıyasıya yarışacakları eşit, demokratik bir ortama gereksinimleri bulunmaktadır. Voleybolda dünya şampiyonu olanlar yine bileklerinin hakkıyla yönetici de olurlar. Olmuşlardır da. Örneğin Yale Üniversitesi çıkışlı ekonomici Tansu bacımız (bacı kavramını kendisi çok sevdiği için ben de kullandım) önce parti başkanı ve sonra da başbakan olmuştur. Olmuştur da değişen ne olmuştur? Ülkede iç ve dış güvenlikten, ekonomiye, eğitimden sağlığa her şey işin içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Daha ne yapsın, kocasının değil kendisinin soyadını kullanmıştır. Kocası alışılmışın dışında karısının soyadını kullanmış Özer Çiller diye bilinir, tanınır olmuştur. Demek ki; sorun yalnızca cinsiyet sorunu değil cinsiyeti ne olursa olsun her cinsin yaşamsal haklarına saygı duymak ve o hakların gelişmesine yardımcı olabilmektir. Nice aileden sorumlu bakanlarımız var ki; İstanbul sözleşmesine ve 6284 sayılı yasaya karşı çıkabilmekte, boşanma kararı sonrası hüküm altına alınan nafakanın sınırlandırılması veya kaldırılmasını isteyebilmektedir.
ÖDEV, GÖREV, İŞLEV
Türkçede birbirine benzeyen, bir başka deyişle, aralarındaki anlam farkı yeterince bilinmeyen, herhalde özümsenmediği için bilinmeyen birçok kelime çifti var. Bunlardan biri ödev ile görev. Bu iki kelime eşanlamlı sayılamaz, ama eşanlamlı olarak kullanıldığını birçok yerde görüyoruz. Birbirinin yerine geçebilecek kelimeler olsaydı, biri fazlalık olurdu. Aralarında hiçbir farklılık bulunmayan kelimeler dilin sırtında birer yüktür.
FİLENİN SULTANLARI DEĞİL ALTIN KIZLARI
Onları cumhuriyet yetiştirdi, büyüttü. Onlar da ellerindeki bu elması en iyi şekilde işlediler. Pırlanta haline getirdiler. Sonunda Dünya Şampiyonu oldular. Bizlere de ulusal bir gurur yaşattılar. Sultan cumhuriyet öncesi dönemin bir asalet kavramdır. Onlar ise çağdaş Türkiye'nin kızlardır.
GREEDFLATION-Türkçesi aranıyor
Bazı özdeyişler var, birçok yazarın çizerin oturup konuyu ciltler dolusu anlatmasına gerek kalmadan birkaç sözcükle anlatıverir. İşte bunlardan iki tanesi a) eğri cetvelle doğru çizgi çizilmez, b) gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendiyse ondan sonrakiler de yanlış iliklenecek demektir. Bu kapitalist sistem özünde yanlıştır. İnsana ve doğaya karşıdır. Yaptıkları üretimdeki amaçları insanın refahı ve mutluluğu değil kendilerinin doymak bilmeyen kâr hırslarıdır. Yaptıkları işin özünde, sevgi değil hırs vardır. Dayanışma değil rekabet, rekabetinde yıkıcı olanı vardır. Özünde bencilliğin en vicdansızı vardır. Yalan vardır, sömürü ve hırsızlık vardır.
GELİN – GÜVEY- GERDEK
Tam bu noktada izninizle ve kısaca bir gezimiz sırasında edindiğim izlenimlerimi, anılarımdan bir bölümü paylaşmak isterim. Trans Sibirya ekspresi ile batıdan doğunun en uçlarına doğru yaptığımız tren yolculuğumuzda Baykal Gölü sahilinde bir mola verdik oradan güneye, Moğolistan’a ve başkent Ulan-Bator’a geçtik. Daha sonra da Yenisey Orhon Anıtlarının olduğu yere geçtik. Burada bir süre kaldık. Moğolcada ve eski Türkçede adlarına “yurt” ya da “ger denilen” basitinden en görklüsüne/gösterişlisine kadar birçok çadırı, otağı ziyaret ettik. Çadırda yemek yedik, kımız içtik ve yerel müzikleri dinledik, dansları seyrettik. Gelin, güveyi ve gerdek sözcükleri halkımızın dil ögeleri arasında bulup geliştirdiği çok güzel üç sözcüktür. Bu kavramlar kullanılarak o denli çok atasözü ve deyim türetilmiştir ki; bunları yalnızca alt alta yazmak bile ayrı bir uğraş ister. Sözcüklerimizin, dilimizdeki kavram ve terimlerin anlam, kök ve kökenlerini, etimolojilerini öğrendikçe dilimizi daha çok seviyorum. Dilimizi “muhafaza” ve “müdafaa” edelim. Onu koruyup geliştirelim. Dilimiz varsa biz varız, dilimiz giderse bizden geriye bir şey kalmaz!
ÖLÜLER, ÖLÜM SÖZLERİ
Burada bir de, ölüyü anarken kullanılan terimlerden bahsedeceğim. Merhum / merhume, rahmetli kelimelerinin İslam dinine inanmış kişiler hakkında kullanıldığını çoğunluk bilir. Ama kimilerinin ölmüş Hıristiyanlar, Museviler hakkında da kullandıklarını görüyoruz. Bu kelimelerin yerleşik kullanımına göre, yanlıştır bu. Peki, kullananlar acaba onların da Allah'ın rahmetine layık olduğuna inanarak mı kullanıyorlar, yoksa bu kuralı bilmedikleri için mi, bilmek zor. Şunu hatırlatmak gerekir onlara: Türkçede böyle bir kural olması din ayrımcılığına yorulamaz; bir dil içi görenektir sadece. Kaldı ki, bu kelimeler ölen kişinin dindar bir müslüman olduğunu göstermez. İnançlı biri olmasa da, müslüman bir ailede ya da çevrede yetişmiş olması yeterlidir.
GÜNAH KEÇİSİ
Atasözleri ve deyimler bir toplumda yaşanmışlıkları, bu yaşanmışlıklardan elde edilmiş deneyimleri ileriki kuşaklara kısa, özlü sözlerle anlatır. Bunlardan bazılarını açıklamak için ciltler dolusu kitaplar bile yazılabilir. Atasözleri ve deyimlerin zaman içinde söyleyeni unutulur gider ama kendileri kalırlar. Bunlar o topluluğun kültürünün köşe taşlarını oluştururlar. Ancak bazı atasözü ve deyimler etkileşimde bulunulan komşu kültürlerden de alınmış olabilir.
KURNAZLIK - FIRSATÇILIK
Kurnaz ile zeki bazı noktalarda eşdeğerli sayılmakta, yanlış olarak biri diğerinin yerine kullanılmaya çalışılmaktadır. Oysa kurnazlık ile zekâ çok farklı şeylerdir. Zeki olan yetenekleri ile çalışmalarını birleştirir ve kimseye bir zarar vermez, zarar vermeyi aklına bile getirmez. Hatta çoğu zaman bu zekâ başkalarının da işine yarar. Kurnaz ise çalışmayı değil pusuda beklemeyi, uygun zamanı ve yeri kollamayı, tam zamanında kendisine göre yapması gerekeni yapmayı ve sonuç almayı düşünür. Aldığı sonuç yalnızca kendi düşünceleri doğrultusunda olur. Başkasının zarar görmesi onu hiç ilgilendirmez. Aynı şekilde eke kavramı da kurnazdan farklıdır. Özetle söylemek gerekirse eke: Görmüş geçirmiş, deneyimli, olgun, anaç, yaşlı, usta, büyük, yetişkin, bilgili, becerikli, zeki, açıkgöz anlamlarına gelir. Kurnazlık yapan kişide bu özelliklerden biri veya birkaçının bulunuşu onun eke olarak nitelenmesini gerektirmez. Kurnaz kavramında insanın güvenini kötüye kullanmak, kendine çıkar sağlamak ön plandadır.
TROLL - TROL
İnternet ortamında rakip kişi veya kuruluşların başarılarını engellemek için akla gelen veya gelmeyen işler yapılmaktadır. “Kaset” olayları da bunların bir parçasıdır. Troller yöntemlerini gerçekleştirebilmek için her tür yalan, fotoşop ve sabotajlar yapabilmektedirler. Bunları fiziki ortamda yapabildikleri gibi internet ortamında da yapabilirler. Son zamanlarda yapay zekâ teknolojisinden de yararlanarak kişilerin seslerini ve yüz ifadelerini de taklit edebilmektedirler. Bunlara hack, deep-fake gibi adlar verilmektedir. Genellikle bu hackerler internet ortamında sosyal ağlardan yararlanırken bot (robotun kısaltılmışı) yani sahte hesaplar kullanmaktadırlar. Kendilerinin veya bağlı oldukları grubun kimliklerini gizlemektedirler. Bu kişiler belli bir kuruluş tarafından yönlendirilerek işleyen internet sistemini tümüyle bozmak veya işlerine gelen haberleri, bilgileri öne çıkarmak, görünürlüklerini artırmak veya işlerine gelmeyenleri gözlerden uzak tutabilmek için algoritmalar üzerinde çalışmaktadırlar.
VEDA / HÜZÜN - ÖZLEM - VUSLAT/ SEVİNÇ
Bu konuda en zengini bizim dilimiz. Yukarıda da yazdığımız gibi aynı anlamlara gelen kaç tane deyim var. Hepsi de birbirinden güzel, ladînî, hepsi seküler ve sorunsuz. Özellikle muhafazakâr, konservatif anlayış sahibi olanlar dinsel içerikli terimlerden kopmak istemeyeceklerdir ama bugün Türkçede ve birçok yabancı dilde olan bu terim ve kavramlar anlatıldığı gibi sorunludur. Konserve ettikleri, muhafaza ettikleri çok daha önemli kuram ve kurallarla çelişiyor. Laik anlayış sanıldığı gibi insanın dinsel görüşlerine, inançlarına aykırı değildir. İnsanı, dünyayı metafizik pencereden kavramak isteyenleri kendi duygu ve düşünceleriyle baş başa bırakır. Ancak onların bu düşüncelerini toplumun yürüyen yasalarının işleyişine karıştırmak istemez. Buna karşılık açıktan veya üstü örtülü bir şekilde din kurallarının topluma dayatılmasına clericalism’e karşı durur. Toplumda anti- clericalism ile laik sistem genelde karıştırılmaktadır. Hemen söylemek gerekir ki; dine karşı örgütlü bir mücadelenin, anti-clericalism’in bilimsel bir temeli dayanağı yoktur. Sonuç ve özet olarak bu açıklamalarımız doğrultusunda dilimizde alışkanlık halini alan ama çelişkili ve gereksiz olan bu ve benzer kavramların çıkartılması zamanı da gelmiştir denebilir.
SANAT ÜRÜNÜ MÜ / SANAT ESERİ Mİ ? SANAT ÜRETİCİLİĞİ Mİ / SANAT YARATICILIĞI MI ?
Tinsel gereksinimiz sanat eseri ile karşılaşılması halinde belki bir ölçüde karşılanır ama asla bir doyum olmaz. Sanat eseri seyirci, okuyucu veya dinleyicisinde estetik zevki, o haz duygusunu daha üst düzeylere taşır. Deyim yerindeyse estetik, sanatsal zevkler tuzlu su gibidir. Her karşılaşmada daha da artar, zevk incelir ve yücelir. Daha çoğu arzulanır. Sanat eserlerinin bu özelliği nedeniyle doyuruculuğundan söz etmek de yanlıştır. Bir müzik dinletisinden sonra insanların baklavaya, böreğe doydular der gibi müziğe doydular ifadesi kullanılmaması gerekir. Benzer şekilde özellikle sahne sanatlarında solist sanatçılar için göze ve kulağa hitap ediyor şeklinde ifadeler kullanılması da popülist bir yaklaşımdır. Sanat dışı duygu ve düşünceleri çağrıştırmaktadır. Bu tür anlatımların sanata değil gişeye ve popülizme hizmet ettiği akıldan çıkarılmamalıdır.
NEFRET DİLİ
Aşk ister erotik ister platonik anlamda olsun tutkulu bir sevgi, sevginin tutkulu bir hali ise nefret de o sevginin kendisine ulaşılamayan veya o sevginin bir şekilde yitirilmesinin verdiği sıkıntı, yürek çöküntüsü halidir. Nefret duygusu içinde olan kişi bu durumun nesnel irdelemesini sağlıklı olarak yapamadığı için geride kalan “tutku” ile yetinilmek zorundadır. Sevginin kucaklayıcı, olumlu iyileştirici gücünden yoksun tutku ise kişiyi saldırganlığa yöneltir. Kişinin içinde doğal olarak var olan, olması gereken “sevgi” ayrı bir başlık altında incelenebilir. Bu incelemeyi Freud kişinin kişiliğinin, benliğinin oluşmasından başlatıyor. Nefrete eşlik eden ikiz kardeşlerden bir diğeri de kıskançlık duygusudur. Kıskançlık isteyip de elde edememenin veya elde ettiğinin kendisinden alınacağına olan korkusunun, paniğinin yalın halidir. Bütün bunlara karşın toplumda bazı kişiler nefret duyguları ile dolup taşarlar. Bu durum toplumsal yaşantıyı olumsuz yönde etkileyeceğinden ayrışmalara da neden olabilir. Dahası bu olumsuzluğun toplumun genel yapısını bozarak hukuksuzluğa da yol açar.
İLETİŞİM ve PROPAGANDA DİLİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Sözcüğün Eski Yunanca’ daki kökeninin mîmos olduğunu yukarıda belirtmiştik. Sözcüğün taklitçi, soytarı anlamına geldiği bilinmektedir. Bu noktada mîmos sözcüğünden türeyen mimesis sözcüğünü de anımsayalım. Eski Yunanca mimesis sözcüğü, mîméomai μῖμέομαι taklit etmek, benzerini yapmak eylemine + sis soneki takılarak türetilmiştir. Mimesis çocuğun annesini, babasını taklit etmesinden başlayarak bütün bir yaşantımızı etkiler. İnsanlar bir şey yapmanın en kolay yolunu o şeyi bir başka yerde gördükten sonra aynısını, benzerini yaparak bulmuşlardır. Sanatın doğumunda da ister empresyonist ister ekspresyonist olsun artan azalan ölçüde taklit vardır. Plastik sanatlarda da, müzikte de bir taklit, benzerini yapma, örneğin doğadaki sesleri çıkartma, doğaya öykünme tarzında bir taklitçilik vardır. Edebiyat veya diğer sanat kollarında usta çırak ilişkisi bazen etkilenme, esinlenme olarak karşımıza çıkmaktadır. Güneşin altında söylenmemiş söz kalmadı deyiminin karşısında bu ölçüde bir taklitçiliği doğal karşılamak gerekmektedir. Elbette bir başkasının eserini bire bir, üstüne bir şey katmadan aynısını yapmak sanatın özgünlüğü anlayışı ile asla bağdaşmayacak bir intihal durumudur. Bu bizim konumuzun dışındadır, aynı şekilde telif eserleri koruma yasalarına aykırı tutum ve davranışlar da anlatmaya çalıştığımız kavramın anlamı dışındadır.
SÖZ VERMEK VE SÖZÜNDE DURMAMANIN KIRK ŞEKLİ
Halk önünde doğruyu, gerçeği söyleyeceğine inanılan, bu konularda gerçeği, yalnızca gerçeği söyleyeceğine ant içmiş kişilerin bu antlarına bağlı kalması bir zorunluluktur. Bu andı hile yolu ile çiğneyenler toplumun yasalarıyla cezalandırılmalıdır. Ancak halkın da saflığını, arılığını, temizliğini enayilik noktasına kadar sürdürmemesi ve yalancıların, kurnaz politikacıların ipliğini pazara çıkarması, onları politik tercihleri ile yalnız bırakması gerekmektedir. Toplumda kitap, gazete ve televizyon gibi bilgi yayıcıların belli bir denetimden geçtiğine inanılır. Esasen toplumun bunlar üzerinde belli bir denetimi vardır veya olmalıdır. İşte bu organların görevlerini yaparken daha çok özenli olmaları beklenir. Çünkü insanlar kahvede herhangi birinden duyduklarından televizyonda gördüklerine ve duyduklarına daha çok inanmaktadır.
SECCADE
Ülkemizde seçimler yaklaşırken yine dinsel konuların konuşmalara fazlaca sokuşturulduğuna tanık oluyoruz. Bir seccade konusu aldı başını gidiyor. Kendisini bu konularda uzman sayanlardan tutun da bir kez olsun namaz kılmamış, İslam ile Müslümanlık ile hiç tanışmamış kişilere kadar birçok insan kaşlarını çatarak ve seslerini yükselterek düşüncelerini açıklıyor. Doğrusu bu kadar geniş yelpazede insanlar konuşurlarken ben düşündüklerimi yazmak yerine onları dinlemeyi, acaba bu insanlar benden farklı olarak neler söylüyorlar diye onları dinlemeyi tercih ederdim. Ancak bir televizyon programcısı, haber okuyucusu “Ayakkabı ile seccadeye basmak bir gaf olmaktan çok bir skandaldır. Bunun bir faturası mutlaka olacaktır” şeklinde konuşmaya başlayınca duramadım, dayanamadım. Bu yüzden siz şimdi de benden bir sürü laf dinlemek, okumak zorunda kalacaksınız.
RAMADAN/ RAMAZAN – KANDİL VE MAHYALAR/ ŞEHR-İ RAMAZAN
Ramazan, İslâm’dan önce Arap yarımadasında kullanılan takvime göre temmuz ve ağustos aylarına karşılık gelen bir ay idi. Anlamı kuru sıcak olup İslam takvimine göre de 9. aydır. Ramazan sözcüğüne / رمضان / yanma, sıcak olma/oruç ayı, en saygın ay ve değerli kabul edilen ay anlamları yüklenmiştir. Ramazan-ı şerif (kutsal-mübarek-şerefli) olarak da söylenir. Ramaḍān sözcüğüne etimolojik açıdan baktığımızda رمضان rmḍ mastarından türetildiğini görüyoruz. Anlamı: Ramad kuru sıcaktır. Ramazan mı, ramadan mı? Ramazan ayının adı Arapça رمضان şeklinde yazılır. Arapça dat harfi hem (d) hem (z) harfine benzediği için iki türlü telaffuz edilmektedir. Araplar ramazan olarak söylediklerinden aynı dinsel kültürü benimsemiş olan Türkçe söyleyişte de fonetik benzeşim öne çıkmış ve ramazan şeklindeki telaffuz yerleşmiştir. Türkçe dışında Fransızca, Almanca, İngilizce ve İtalyanca gibi Batı dillerinde ise ramadan olarak yazılmakta ve ramadan olarak (prononciation) telaffuz edilmektedir.
RETORİK, HİTABET, KIRAAT VE TİLAVET
Kitleleri harekete geçiren retoriklerden, propaganda yöntemlerinden bir tanesi de Leninci propagandadır. Bu yöntemde diğerinden farklı olarak yalan yerine gerçek ve güç yerine hak, üstünlük yerine eşitlik kavramlarına, metaforlarına yer verilmiştir. Aynı şekilde bir güce itaat etme yerine hedef kitlenin birlikte bir güç oluşturmaları öngörülmüştür. Leninci propagandada tek kişilik liderlik yerine kurul kararları kitlelerin geleceğini belirler. Her iki yöntemin de benzeyen ve ayrışan tarafları bunlarla sınırlı değildir. Ancak belirgin özellikleri bunlardır. Retorik sanatında biçim ve içerik dengesi önemlidir. Anlatılan, inanılması istenen konunun haklılığı, kitlenin isteklerine, amaçlanan hedeflerine uygunluğu kadar bunun anlatılma biçiminin de önemi vardır. Bu iki ögenin aynı noktada buluşması retoriğin başarılı sayılmasını sağlayacaktır. Bu iki öge arasındaki dengenin bozulması ise kitlede kuşkulara neden olacaktır. Eski Yunanda da bu dengeyi savunanlar veya hitabeti bir başına yeterli görenler olmuştur. Gerçeklere uygunluğu tartışılan bir konunun inandırıcılığının ağır basması kitleyi de yanlış hedeflere sürükleyebilir. İşin en trajik yanı da söylevcinin gerçek olmadığını bilebilecek durumda iken kendisini buna inandırmış, kandırmış, aldatmış olmasıdır.
ENERJİ /ÉNERGIE – SİNERJİ/ SYNERGIE
Enerji denen şey ne yoktan var edilebilir ve ne de var iken yok edilebilir. O bir şekilden diğerine geçer, şekil, biçim değiştirir. Buna kabaca enerjinin korunumu veya sakınımı diyorlar. Fizik bilimi anlamında enerji elle tutulmaz gözle de görülmez ancak şekilden şekle girer ama bulunduğu konumlara bakarak şöyledir, böyledir diye varlığı hesap edilebilen bir şeydir. Enerji, fizik biliminin en temel konularından birisidir. Zırt pırt biçim değiştirmesi yüzünden aklı başında bir tanımını yapmak da pek olası değildir. Ama yine de bir tanımlama yapmak gerekirse en yaygın kabul gören bir görüşe göre: Enerji, bir sistemin iş yapma kapasitesi, sığasıdır denebilir. Fizikte iş ise kuvvetin yer değişim yönündeki bileşeninin, etkisinin yer değiştirmeyle çarpımı olarak tanımlanır ve enerji, iş ile aynı birim kullanılarak ölçülür. Bunun için fizikçiler üç 3 temel formülde birleşebiliyorlar.
KARIŞIK – KARMAŞIK
Karışık ve karmaşık sözcükleri arasındaki benzer ve ayrılan özellikler Türkçemizdekine benzemektedir. İki kavram arasındaki fark; karışık ile anlatılmak istenen olay veya bir durumda bir özensizlik, karmaşık sözcüğünde ise zor da olsa birleştirici şeylerin bulunabilirliği öne çıkmaktadır. Ama zorluk da tek belirleyici değildir. Örneğin labirentte çıkışı bulmak zordur ama labirenti karmaşık olarak tanımlamayız. Hiç kuşkusuz labirent özellikle insan eliyle oluşturan labirentlerde bir düzen de bulunmaktadır. Aynı şekilde melez veya hybrid+e olan şeylerde, karışım, kaynaşma o denli ileri noktalardadır ki; ayrıştırmak olanağı bulunmaz.
HELALLEŞMEK, HESAPLAŞMAK
Ölenin sağlığında iken işlediği günahlar veya o kişinin çeşitli nedenlerle eda edemediği namaz, oruç, kurban, adak gibi dinî yükümlülüklerinin ölümünden sonra fidye ödenerek sona erdirilmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması, kurtarılması anlamını taşır. Mezarlıkta ölü defnedilirken, toprağa konulurken yakınları tarafından dağıtılan paralara da ıskat adı verilmektedir. Ancak diyanet Din İşleri Kurulunun da açıklamalarına göre bunların anlamının günahların af edileceği yolundaki bir umuttan ibaret olduğudur. Asıl olan kişinin borçlarının alacaklılarına ödenmesidir. Her tür miras kuralının da bir gereği budur. Elbette bu dağıtma işinde ölenin vasiyetinin aksine hareket edilmemesi de gerekmektedir. Allah, Tanrı ile kişi arasındaki ilişki için bir helâlleşme söz konusu olamaz.
TEŞEKKÜR ETMEK – ÖZÜR DİLEMEK
Özür dileme dürüstlük, ahlak ve erdem kavramlarıyla doğrudan ilgilidir. Özür dilemekten kaçınmak veya sakınmak ise o kişinin kişilik yapısındaki bir soruna işaret etmektedir. Bu sorun karşımıza kendini beğenmişlik ve kibir olarak çıkmaktadır. Bu türdeki insanlar, kendilerinin yanlış yapmadığı, yapmayacağı şeklinde (bir tür narsisizm) kendilerini koşullandırmışlardır. Bu insanların özür dileyince toplumdaki saygınlıklarından bir şeyler yitirecekleri konusunda bir korkuları vardır. Oysa gerçek durum bunun tam tersidir. Özür dileyen kimse kendi dışındaki insanların gözünde daha da büyür, bilgelik katına yükselir. Erdemli ve dürüst niteliklerini kazanmış olur. Kibirli insan saygınlığını korku salarak sağlayabildiği halde özür dileyerek kendisinin de yanlış yaptığını, yapabileceğini kabul eden kişi yarattığı sevgi ortamı ile saygınlığını daha da pekiştirir. Çünkü çevresindeki insanlar bu dürüstlükten kendilerine bir zarar gelmeyeceğini kabul etmiş olurlar. Özür dilemeden bir yaşamın sürdürülmesi akılcı da değildir. Çünkü bu durumdaki kişi yarattığı korkuya dayalı düzenin sürdürülebilmesi için elindeki güçleri sonuna kadar kullanmak zorunda kalır. Bunu kendisi için bir varlık-yokluk/ beka sorunu olarak kabul etmektedir. Örneğin korunmak için savunma hatta olası bir saldırı düzeneği oluşturur. Kendisine hiç gerekmediği halde koruma orduları oluşturur. Bunun için hem kendi fiziki gücünü ve hem de parasını harcar. Oysa bu potansiyel gücü çok daha verimli alanlarda kullanabilir.
İLETİŞİM, MİZAH ve HOŞGÖRÜ
İletişim karşılıklı düşüncelerin bilgilerin alış verişidir. Bu alışverişin amacı bulunulan durumdan daha iyi, daha doğru ve daha güzel bir konuma geçmektir. Bu alışverişte karşı tarafın düşüncelerini onaylamak kadar eleştirmek de vardır. Aksi halde ortaya bir düşünce, fikir alışverişi çıkmaz, onun yerine bir tarafın düşüncelerinin ürünü emir ve talimatların bildirilmesi çıkar. Bununla da ileriye doğru yol alınmaz, alınamaz. Statükoculukla yol alınamadığı, ileriye gidilemediğini tarih bize acı ve gözyaşları içinde anlatmaktadır. İmam Gazali ve Nizam-ül Mülk’ ün Nizamiye Medreseleriyle birlikte akli bilgi yerine nakli bilginin konulmasıyla ilerleme durmuş, daha doğru bir tanımlama ile donmuştur. Başkaları yerinde saymayıp ilerlediği için de bizim içinde bulunduğumuz coğrafyanın insanları diğerlerinden geriye kalmıştır. Bu talihsiz seçimin tersine çevrilmesi zamanı çoktan gelmiştir. Cumhuriyet bu konuda bilimin, eleştirel aklın ve hoşgörünün yolunu açmış ancak daha sonraki uygulamalar ne yazık ki istenen ilerlemenin sağlanması için yeterli olmamıştır.
NESEP NEDİR, NESEPSİZ NE DEMEKTİR?
Son zamanlarda kızgınlıklarının bir ifadesi olarak insanların birbirlerine karşı kullandıkları nesepsiz veya nesebsiz şeklindeki nitelemeleri duyduğumda doğrusu önce şaşırdım sonra da bu konulara duyarlı bir yurttaş olarak bilgisizliğim nedeniyle kendimi suçladım. Nerede yanıldığımı öğrenmek için yukarıda alıntı yaptığım eserleri araştırdım, sayfa sayfa taradım. “nesepsiz-nesebsiz” şeklinde bir sözcüğe rastlamadım. Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçenin Argo Sözlüğü ve Hulki Aktunç’un Büyük Argo Sözlüğü’ne de baktım, böyle bir sözcük görmedim. Çünkü nesepsiz olma hali nesebin yokluğudur. Bir insanın anası, atası yoksa kendisi de olmaz, olamaz. Olsa olsa nesepsiz nitelemesi çocuğu olmayan (alt soyu bulunmayan) bir kimseyi anlatmak için kullanılabilir. Bunun için illa da Arapça bir sözcük kullanma hevesinde iseler zürriyetsiz sözcüğünü kullanabilirler. Nesebi bozuk, karışık, neseb-i meçhul falan dese yine biraz anlaşılabilir. Nesepsiz gibi şeceresiz (= soy, soy ağacı) sözcüğü de anlamdan yoksundur. Aynı şekilde soysuz veya soysuzluk da hiçbir anlamı olmayan sözlerdir. Bir de cibilliyetsiz sözcüğü var. Kökeni Arapça olan bu sözcüğün anlamı yaratılış, yapılış anlamına gelmektedir. Cibilliyetsiz denmekle yaratılışı olmayan mı anlatılmak istenmektedir? Bir soyu olmadan, ana-babası olmadan ikisinin birlikte bir eylemi olmadan bir insan olmaz. Neseb-i gayri sahih demek de olmaz. Çünkü o kadar eski ve uzun bir nitelemeyi söylerken aşağılamanın lirizmi kaybolur, etkisi azalır.
NARTHEX
Ateş, mitolojiye göre tanrıların tekelinde ve kontrolünde idi. Şimdi ise bu kontrol insanlardadır. Ateş kontrol altında olduğu zaman harikalar yaratır ama kontrolden çıktığında felaketlere de neden olur. İnsanların istek ve iradeleri dışında kalan ateş bile kontrol altına alınabilir. Örneğin Faraday’ın yaptığı gibi paratönerler kurularak yıldırımların yıkıcılığı, yakıcılığı önlenebilir. Bir de göz göre göre ateşin felaket yaratması var ki; bu asla kabul edilemez. Örneğin orta çağın cadı avı ve cadıların yakılması, örneğin Giordano Bruno’nun kiliseye karşı çıktı diye diri diri yakılması. Akıllı Prometheus’un en kötü cezaları göze alıp tanrılardan çalarak bize getirdiği ateşin kıymetini bilmek ve akıllıca kullanmak zorundayız. Aksi halde ateş bizi de yakar ve yok eder. Örneğin doğayı hor kullanarak yarattığımız sera gazları ile sıcaklığın artmasına, buzulların erimesine, iklimin değişmesine neden olmamalıyız. Prometheus’tan bize miras kalan yalnız ateş değil ateş ile birlikte akıl ve onun annesinden ona, ondan da bize kalan adalettir.
MÜJDE
Başlangıçta normal gibi görünse de yapılan hizmete göre ücretin yükselmesi gibi olumlu karşılansa da bu sistem işçi, işveren ve müşteri açısından büyük sorunlar yaratmaktadır. İşçi ve müşteri açısından farklı beklentilerin oluşmasına neden olmaktadır. Japonya gibi bazı ülkelerde bahşiş alınıp verilmesi asla olumlu karşılanmamaktadır. Bahşiş ve Japonya örneğinin müjde konusu ile ilgisi yokmuş gibi düşünülebilir. Bize göre durum hiç de öyle değildir. Demokrasilerde politikacı ile seçmen yurttaşlar arasındaki ilişki politikacının vaatleri ve seçmenin oyu ile dengelenir. Bana oy verirseniz size müjdeli haberler veririm ya da bize müjdeli haberler verirsen biz de sana oylarımızı veririz. Giderek bu alma verme işi şantaj ve rüşvete kadar gider. Türkiye demokrasisinde bunun çok dramatik örnekleri bilinmekte ancak dillendirilmemektedir.
İBRET
Halkın alışageldiği yaşam tarzına, şekle, oluşa uymayan olaylara, şeylere ve kişilere “çirkin-güzel” kavramları yerine “ibret” kavramını kullanmasının arkasında yatan nedenlerin ayrıca incelemesi gerekir. İlk saptama sözcüğün olumsuz, kötü bir şey çağrışımıdır. Ayrıca göreceli bir kavram olma özelliği vardır. Halktan bir kesimin güzel bulduğuna diğer kesim çirkin diyebilir. Aynı şekilde bu gün çirkin olan yarın güzel olarak değerlendirilebilir. Bunun en can acıtıcı yanı topluma yenilik getiren kişilerin, bu kişilerce yapılmış şeylerin bu sözcükle damgalanması ve yeniliğin, ilerlemenin önünün kesilmesi tehlikesidir. Moda her zaman var olandan daha değişik şeylerin ve düşüncelerin halka sunulmasıdır. Toplumun veya toplumdan bazı kişilerin bu yeniliklere “ibret” veya ibretlik gözü ile bakması doğru değildir. Bu sözcüğün kullanılması sırasında o kişi, düşünce veya şeyler ile ilgili olarak aşağılayıcı, pejoratif bir duygu hemen sezilir. Bu duygunun da toplumda bir ayrıştırmaya ve kutuplaşmaya neden olacağı su götürmez. Vurgulamak için yinelemekte yarar var. Elbette kişilerin estetik anlayışları ve değerlendirmeleri farklıdır ancak birilerinin beğenmediklerine, varlığına tahammül gösteremediklerine aşağılayıcı bir ifade kullanması kabul edilemez. Çünkü ibret sözcüğü, içinde aşağılayıcı bir olumsuzluk ögesi barındırmaktadır.
MENDİL
Mendil sözcüğü yukarıda da belirtildiği gibi dilimize başka dillerden gelmiştir. Ancak halkımız onu öyle bir benimsemiştir ki; biz artık onun Türkçe mi yoksa yabancı dilden bir sözcük mü olduğunu düşünmüyoruz. Hatta çoğumuz bu sözcüğün Türkçe olduğunu düşünüyoruz. Bir dili dil yapan sözcüklerinin sayısının çokluğu kadar bu sözcüklerin toplumsal yaşantıda işlerliğinin olmasıdır. Mendil bu işlerliğe güzel bir örnektir. Hepimiz dilimizdeki kavram ve terimlere sahip çıkmamız bunların anlam ve kökenlerini doğru bilmemiz ve yerli yerinde kullanmamız gerekmektedir. Dilimizi ve dilimizdeki kavramları, terimleri doğru bilip doğru kullanırsak iletişimimiz ve yeni şeyler düşünme ve yaratma becerilerimiz de o oranda artacaktır. Ülkelerin halkları arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerin gelişmesiyle karşılıklı olarak sözcük alış verişleri de kendiliğinden olacaktır. Dilin yapısını oluşturan gramer kuralları ve diğer dilbilimsel kurallar bozulmadığı sürece bu sözcük alıp vermelerinin bir sakıncası olmadığı gibi belki o dilin daha da zenginleşmesine yardımcı olabilir. Mendil bir kez dilimize girmiş ama Türkçede o sözcükle ilgili olarak ve ona bağlı olarak çok büyük bir kültür hazinesi oluşmuştur.
RÛM, RÛMÎ, RÛMELİ
Öte yandan, Rûm, Rûmî kelimelerinin Müslümanları da içine alması son derecede dikkate değer. Mevlana Celaleddin-i Rûmî, bire bir anlamıyla Romalı Celaleddin, ama kavramsal anlamıyla Anadolulu Celaleddin demek. Celaleddin bugün Afganistan sınırları içindeki Belh şehrinden Anadolu'ya göç etmiş, Konya'ya yerleşmişti. Ömrünü Anadolu’da geçirdiği için "Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî”, müderrisliği dolayısıyla da Molla-yı Rûm” gibi unvanlarla da anılır. Demek ki, Anadolu'ya geldiği on üçüncü yüzyılın ilk yarısında Rûmluğun Romalılıkla bağı kopmuştu. ........... Istanbullular Istanbul'un iki yakası için yakın bir geçmişe kadar Anadolu yakası, Rumeli yakası derlerdi. Bir süredir, ne yazık ki, Rumeli yakası yerine Avrupa yakası denmeye başladı. Buna göre, öbür yakası için de Asya yakası denmesi beklenirdi. Ama hayır, Anadolu yakası deniyor. Neden acaba diye düşünmek gerekir. Birileri Asya geri bir yer, neden Asyalı olalım, oysa Avrupa ileri diye düşünmüş olsa gerek. Yer adlarıyla oynama geçiştirilecek bir şey değil. Bana sorarsanız, bu ülke insanlarının bir bölümüne özgü bir aşağılık duygusu bu!
ORGANİZE ÖRGÜT VEYA ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTÜ
Bu açıklamalarımıza göre başlıktaki anlam örgütlü örgüt olarak karşımıza çıkıyor. Devlet aygıtının en tepesinde yapılan yanlış aşama aşama toplumun en uç noktalarına kadar yayılıyor. Bunun başlıca nedeni yabancı dillerden alınan sözcükleri gerçek anlamlarını bilmememiz ve kullanmamamızdır. Kendi dilimize de yabancı dillere de gereken özeni göstermiyoruz. En okumuşumuzdan en cahilimize kadar bazen farkına bile varmadan “örneğin, mesela” diye konuşabiliyoruz. Dil iletişim aracı olarak da düşünme tezgâhı olarak da yeni bir şey yaratmakta da bizim en büyük yardımcımız, yolumuzu gösterir, aydınlatır bir ışık kaynağımızdır. Bunun değerini bilelim. İletişimsizliğin, geri kalmışlığımızın en belli başlı nedenlerinden bir tanesi hiç kuşkusuz dilimize gereken özeni göstermeyişimizdir. Bu yanlıştan en kısa sürede dönmeliyiz.
Türkçedeki Yunanca kökenli kelimeler
Yunan dilinden Türkçeye geçen kelimeleri farklı özellikler arzeden üç grupta değerlendirmek gerekir. Birincisi doğrudan doğruya Yunancadan alınanlardır. Bunlar 14. yy’dan önce başlayarak çok tedrici bir şekilde dile sızmış, 19. yy sonu ve 20. yy başlarında biraz hız kazanmıştır. Hızlanma dilin dış etkilere daha açık olmasından mıdır, yoksa avam dilinde çoktan beri var olan alıntıların, yeni bir kültürel iklimde, yazı diline daha kolay veya daha cesurca entegre edilmelerinden midir, kestiremiyorum. En erken dönemde Bizans idari ve askeri dilinden ödünç alınan bir avuç kelime göze çarpar; bunlar dışındaki alıntıların büyük çoğunluğu balıkçılık, tarım ve ev hayatı ile ilgili somut nesneler ve basit işlevlere aittir. Yüksek kültürü veya egemenlik yapılarını yansıtan kelimeler hemen hiç görülmez.
TANRI ve ADALET/ İLAHİ ADALET / TANRI SEVGİSİ / TANRININ İNSAN SEVGİSİ
Aynı şeye, aynı düşünceye bulunduğumuz noktadan farklı bir yerden bakınca farklı görüntülerin ortaya çıkması, o şey ve düşüncenin farklı şekillerde algılanması doğaldır. Çok bilinen bir örnek vardır. 6 rakamına bir yönden bakan 6, diğer yönden bakan 9 olarak görür. Aşağıdaki bu karalama yerde yazılı rakamı değil ama bakan insanın yerini değiştirerek ortaya çıkan durumu değerlendirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Elbette bu yazı ve yazıya konu olan düşünceler eleştirilebilir. Bu eleştiriye hiç kuşkusuz ben de katkıda bulunmak isterim. Bu hali ile yazı “sesli düşünme” olarak değerlendirilebilir.
TUTUM
Şimdi gelelim yazımızın başlığındaki tutum kavramına, TDK sözlüklerine göre tutum a) tutulan yol b) gelirle gideri, üretimle tüketimi, sarsıntılara meyden vermeyecek biçimde düzenli tutma veya gereksinmeleri sınırlı olanaklarla en verimli olacak bir sıraya göre karşılama, iktisat, ekonomi anlamlarına gelmektedir. Tutumlu olmak da tutumla davranan, muktesit anlamına Türkçe bir sözcüktür. Tutumsuz da dilimizde müsrif, israf eden anlamına gelmektedir. Tutumlu olmak bazılarının anladığı gibi bazı gereksinimlerin karşılanmasından kısmen veya tamamen vazgeçilmesi değil bu gereksinimlerin kaynaklar göz önünde tutularak en akılcı yollarla karşılanması demektir. Tutum sözcüğünün kökeni Türkçe tutmak eyleminden türemiş olan tut köküdür. Buna um soneki takılarak tutum sözcüğü elde delmiştir.
SÜRTÜK
Bu cinsel yönelimin pek çok dildeki karşılığı aynı; küçük yazım farklılıklarıyla lesbian, lesbienne, Lesbe vb. Türkçede de lezbiyen. Lezbiyen kelime anlamıyla Lesboslu demek. Lesbos Türkçe adı Midilli olan Ege adası. Midilli, Lesbos'un merkezi durumundaki en önemli köyü ya da beldesi. Eski Yunan lirik şiirinin büyük temsilcisi kadın şair Sappho'nun (İÖ. 600 dolayları) yaşadığı ada burası. Şiirleri Türkçeye de çevrilen Sappho'nun şiirlerinde bu konuyu işlediğini biliyoruz. Kolayca bayağılığa kaçabilecek tehlikeli bir konuyu büyük bir içtenlikle işlemesiyle büyük hayranlık uyandırmış, ünü günümüze kadar gelmiştir. Yunan kaynaklarında şiir, musıki, dans gibi güzel sanatların esin perileri olan dokuz Musa'ya göndermeyle "Onuncu Musa" olarak anılır Sappho.
ETİYOLOJİ
Bu sınıflandırma bir anlamda sahip olduğumuz varlık ve kaynakların bir envanteri gibi olacaktır. Bundan sonra bu nedenlerin arasındaki ilişkileri bütüncül bir çerçevede değerlendirerek daha kapsamlı ve daha tutarlı sonuçlara ulaşılabilir diye düşünüyorum. Hiç kuşkusuz bir sonucun tek değil birden çok nedeni bulunmaktadır. Bu nedenlerden biri veya birkaçını görmezden gelerek doğru ve yerinde bir sonuca ulaşılamayacağı gibi o sonuca etkili nedenlerin sonucun ortaya çıkmasındaki paylarını, korelasyonunu da göz önünde tutulmalıdır. Elbette olayın geçtiği konjonktür de bu değerlendirmelerde yer alacaktır.
ETİMOLOJİNİN ETİMOLOJİSİ
Sorunlar içlerinde çözümleri de barındırır. Sorunlar tek bir parça olmadığı gibi çözümler de tek bir parça değillerdir. Sorunları çözmek sorunları ve çözümleri doğru tanımlamakla olasıdır. Doğru tanımlamak ise o olay, şey veya kişilere özgü sözcüklerin bulunup doğru olarak kullanılmasını gerektirmektedir.
REÇETELERDEKİ KISALTMALAR
Hekimler, eczacılar elbette bilirler. Onların meslekleri budur. Bir hastalığa tanı koymak, tanıya en uygun iyileştirme yöntemini belirlemek ve hastaya uygun, onun hastalığını geçirecek ilaçları bir bir hazırlayıp vermek, hastanın bu ilaçları kullanmasını sağlamak. Onlar için bu işler basit sıradan işler. Hasta için öyle mi? Merak endişe ve korku dolu anlar. Geçmek bilmez, şuradan bir an önce kurtulsam deriz. İlaç adlarının, ilacın nasıl hazırlanacağının ve hastaya verilecek olan dozun, doz aralıklarının yazılı olduğu kâğıt parçasına, o pusulaya reçete deniyor. Ama bizler hekim veya eczacı değiliz, değiliz ama merak da ediyoruz.
LALE – TÜLBENT – TULIPE - TÜRBAN
Anlatmaya çalıştığımız gibi lale/ tulipe kavramları bir sözcükten daha fazlasıdır. Bunlar kültürel ve ekonomik yönleri olan kavramlardır. Lale Osmanlı’da Batılı yaşam tarzına özenilerek yaşanan bir devrin adı olmuştur. Aynı zamanda Hollanda gibi küçük ve bataklık bir ülkeye lale büyük gelirler sağlayan bir tarımsal ürün olabilmiştir. Bu sayede topraklarını ıslah etmiş ve bu gün tarım ürünleri dış satımı ile dünyada hatırı sayılır bir noktaya gelebilmiştir. Hiç kuşkusuz bu işlerde Hollanda’nın tarımsal ve hayvansal ürünleri sınıflandırmasının, bunlar üzerinde geliştirici inceleme ve araştırmalar yapmasının çok büyük bir önemi vardır. Belki de bu gelişime en büyük katkıyı aslen İsveçli olan ama Hollanda’da çalışmalar yapan Carl von Linnaeus yapmıştır. Linnaeus flora ve fauna içinde yer alan varlıkların adını koymuş, onları kavramlaştırmış ve sınıflandırmıştır. Bu insanın geliştirdiği taksonomi bu gün hâlâ flora ve fauna konularında çalışanlara yol göstermekte, kılavuzluk yapmaktadır.
POSTULAT-CREDO–İMAN
Buraya kadar olanları özetlersek; toplumsal ilişkiler içinde insanlar belli tutum ve davranışlar karşısında karşı tarafı temsil eden kişi, kurum veya kuruluşların nasıl tepki vereceğini, ne yapacaklarını ve ne yapmayacaklarını bilmek, onlara güvenmek ve inanmak gereksinimi duymaktadırlar. Latin dünyası bunun için bir de çok anlamlı bir deyim üretmişlerdir. Pacta Sunt Servanda. Özetle söylemek gerekir ise herkes verdiği sözü tutmak ile ödevlidir.
RAMAZAN, BAYRAM VE RAMAZAN/ŞEKER BAYRAMI KAVRAMLARI ÜZERİNE
MS 1040 yılında Mısır’ı ziyaret eden İranlı gezgin Nasır-ı Hüsrev, sultanın Ramazan’da 73.300 kilo şeker kullandığı-hazırlattığı şölen sofrasında, şekerden koca bir ağacın dikili olduğunu ve daha başka gösterişli büyük şeylerin yer aldığını- bildiriyor. El Guzuli de (ö.1412) halifenin düzenlediği kutlamayı dikkate değer bir dille anlatırken, bütünüyle şekerden yapılmış bir caminin bulunduğunu ve eğlenceler sona erdiğinde bu camiyi yemeleri için dilencilerin çağrıldığını bildiriyor.
RÜZGÂR
Eski Uygur Türkçesinde havanın, yeryüzüne yakın olan bir noktadan herhangi bir yönde ve herhangi bir hızla doğal akışı olayına karşılık gelecek şekilde esin, esinti veya yel sözcüklerinin kullanıldığı belirlenebilmektedir. Bugün bu hava olayına yaygın olarak kullandığımız rüzgâr sözcüğü ise ilk kez zaman, vakit biçiminde Karahanlı Türkçesiyle Atabetü’l-Hakayık’ta yer almaktadır. (Sayfa LIII ruz, ruzgar)
KALPAZANLIK
Emeksiz kazanç sağlamanın bir adı paranın sahteciliği yani kalpazanlık ise bir diğer adı da bilimde ve sanatta taklitçilik intihal/ aşırtmacılıktır. Kendisine ait olmayan bir bilgiyi kendisininmiş gibi halka veya belirli kurullara sunan kişi emeksiz bir kazanç veya kariyer sağlamaktadır. Bu da kalpazanlık suçu kadar ağır bir suçtur. Örneğin, hiçbir uzmanlığı olmadığı halde kendisini hekim olarak tanıtan bir kimsenin veya hekimlik için uzmanlık eğitimini hileli yollarla kazanmış bir kimsenin insan sağlığı için yarattığı tehlikenin ne kadar büyük olabileceğini düşünmek bile istemeyiz. Bir de kendisinin ürünü olan, örneğin bir şiirin, bir sözün altına ünlü bir şairin veya düşünürün adını yazanlar var. Onların ne yapmak istediğini, amaçlarının ne olduğunu da anlamak mümkün değildir. Sanırım bu yolla, yani aktarıcı rolü ile toplumda kendilerine bir yer açmak istemektedirler. Bu tür sahteciliklerden en çok nasibini alanlar, Ömer Hayyam, Can Yücel, Nazım Hikmet gibi ünlü şairlerimizdir.
POLİTİKA
Politika devleti yönetme sanatıdır. Kamusal bir ödevdir. İktidar muhalefet kavgası değildir. Politika sözcüğünün sözlük anlamı devletin işlerini amaç, yöntem ve içerik olarak düzenleme ve gerçekleştirme kurallarının tümüdür. Daha geniş bir anlamda da devletin yönetimiyle ilgili özel görüş veya anlayışlardır. Dilimizdeki eş anlamlı olarak kullanılan bir başka sözcük siyaset ve siyasadır.
İDEOLOJİ– DEMAGOJİ – PROPAGANDA -DEMOKRASİ
Demokrasi üzerine yirmi beş yüzyılda kütüphaneler dolusu kitaplar yazıldı ve yazılmaktadır. Bundan sonra da yazılacaktır. Bu kısa çalışma içinde demokrasi ve ilintili kavramlarını irdelemeye çalıştık. Bu çalışmanın ne kadar eksik olduğunun bilincindeyiz. Bu yazıda öngörülen konularda bilgi edinmek hiç de zor değildir. Çağımızda teknoloji hepimize neredeyse sınırsız derecede olanaklar sunmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu eksiklikler bu yollarla kolayca giderilebilir.
YABANCI DİLLERDEN ALINAN KAVRAM VE TERİMLER SORUNU
Yabancı dillerden aldığımız sözcükler her zaman lengüistik sorunlara neden olmuştur. Benim kanımca, bunun en önemli nedeni, bizim dilimizin Ural-Altay dil ailesi içinde, sözcük alıp kullandığımız dillerin ise daha çok Hint-Avrupa dil ailesi içinde yer almış olmasıdır. Bu iki dil grubundan birinin diğerine üstün oluşu gibi bir düşünce herhalde söz konusu olamaz ancak bu iki dil grubu fonetiğinden, semantik ve morfolojik özelliklerine kadar birçok yönden çok farklıdırlar. Söz ve sözcük dizilişleri farklı, önek ve soneklerle sözcük türetmeleri farklıdır. Batı dilleri için yaşanan bu sorunlar, Sami dilleri için de geçerlidir. Ne yazık ki; anadilimiz dönemin yöneticilerince önemsenmemiş, tam tersine her zaman yabancı dillerden alıntılar yapılmıştır. Karamanoğlu Mehmed Bey'in 13 Mayıs 1277' de, yani Osman beyin beyliğini ilan etmesinden 22 yıl önce, duyurduğu “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçe' den başka dil konuşmayacak” şeklindeki buyruğu Türkçeyi devlet dili yapmaya yetmemiş, ondan sonra gelenler Arapça ve Farsçayı harmanlayarak Osmanlıca adıyla yeni, Esperanto bir dil (!) yaratmışlardır. Köksüz, temelsiz bu dil benzeri şey dar bir çevrede iletişim aracı olabilmiş ama toplumu ileri götürememiş, bilim ve sanat dünyasının seyircisi durumuna getirmiştir.
SATRANÇ
Satranç Doğuda bulunuyor, Batıya ulaşıyor ve orada yeniden şekilleniyor. Sonra Doğu, Batının şekillendirdiği oyunu bu haliyle kabulleniyor. Taşların adları bir yana şekilleri de değişiyor. Biz Şah diyoruz ama elimize aldığımız taşın Şaha benzeyen bir şekli yok. Vezir vezire benzemiyor. Filin fil şekliyle hiç ilişkisi yok. Doğu elindeki bir kültür aracını Batıya kaptırmış. Niçin? Çünkü ekonomik gücü eline bir şekilde geçirmiş olanlar ulusal ve uluslararası düzeyde kültürü de şekillendiriyor.
GAZİLER HELVASI – ŞÜKÜR HELVASI
Son bir konuya daha dikkat çekmek isterim. Kültürümüzde “Şehitler Helvası” kavramı yok, ama “Gaziler Helvası” kavramı var. Bu kavramları halkımız yaşayarak üretiyor. Gazilerin dönüşüne olan sevincini, şükranlarını böyle ifade ediyor. Eli öpülesi annelerimiz doğurup büyüttükleri çocuklarına yeniden kavuşmanın mutluluğunu yaşıyorlar. Ellerindeki tahta kaşık helva tavasında her döndüğünde onların düşünceleri şükür - şükür diye sese, söze, türküye dönüşüyor. Be, bu kültürün içinden gelen, bu kültürün bir parçası bir yurttaş olarak naçizane , “Gaziler Helvası” şeklinde bilinen helvanın adının “Gaziler- Şükür Helvası” olarak değiştirilmesini öneriyorum.
Ahmet Vefik Paşa
Ahmet Vefik Paşa bizim bildiğimiz asker paşalarından değildir. 19 Mart 1877'de Osmanlı Meclis-i Mebusanının açılışı ile kendisine paşa unvanını kazandıran vezirlik rütbesi verilir. (26 Mart 1877). 1878’de tekrar maarif nazırı, daha sonra da sadrazam olur. Yüzyıllardır kullanılan “sadrazam” sözcüğünü “başvekil” olarak değiştiren de kendisidir. Yıllardır kullandığımız ‘’başvekil’’ sözcüğü Türkçeye kazandıran Ahmet Vefik Paşadır. Ahmet Vefik Paşa'ya göre iyi bir siyasetçide aranan özellikler Yazımın girişinde Ahmet Vefik Paşa’nın ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan ‘'Lehçe-i Osmanî'’ isimli bir kitabından bahsetmiştim ya. Ahmet Vefik Paşa bu kitabında iyi bir siyasetçide ve iyi bir yöneticide şu sıfatları arar; muteber, mutedil, mu'tezim (azimli), mutena, mutlif (affedici), muvaffak, muvakkit, muzaffer, mübeccel (yüceltilmiş), mübeşşir (sevindirici haber veren), mücerreb (tecrübe edilmiş), müdebbir (tedbirli), müeyyit (sağlam), müfekkir (düşünen), müheyya (hazır).
TARTIŞMAK, ELEŞTİRMEK VE AD HOMINEM KAVRAMLARI
Konusu ne olursa olsun, hangi ortamda bulunursak bulunalım biz henüz bir yazıyı, bir konuşmayı, bütünlüğü içinde anlamak, anladıklarımızı değerlendirmek ve yaptığımız bu değerlendirmeleri iletişim içinde bulunduğumuz kişi veya topluluğa bildirmek veya iletmek için gerekli olan becerikliliği ve alışkanlığı edinemedik. Bir yazıda, bir konuşmada ya da ortaya konmuş olan bir yapıtta o yazıyı yazana, konuşmayı yapana veya yapıtta adı geçen kişi ve olaylara karşı duyduğumuz sevgi veya sevgisizliğimiz hep ön plana geçmektedir. Övgü ve yergilerimizin biricik dayanağı ne yazık ki; dışımızdaki bu dünyaya karşı içimizdeki yanlış inançlar, yanlış koşullanmalar oluşturmaktadır. Duygularımız aklımızın önüne geçmektedir. Bazen bu duygularımız öylesine yoğunlaşmakta, öylesine aceleci olmaktadırlar ki; karşımızdakini, sonuna kadar dinlemek veya bir yazıyı sonuna kadar okumak zahmetine bile katlanamıyoruz. Hemen tepkimizi gösteriyoruz. Doğal olarak bu tepkiler çoğu kez yerini bulmamaktadır. Başka bir anlatımla hiç gereği yokken akıl daraltıcı bir neden yaratıyor, kendimize tuzaklar kuruyoruz.
POLİS, POLİ, POL, BOLU
Polis kelimesinin "şehir" anlamına geldiğini herkes bilir, Yunancadan geldiğini de. Eski Yunan şehir devletlerine polis deniyordu (çoğulu poleis). İlk Çağda yüzlerce polis vardı. Bu şehirler bir akropolis ya da liman gibi bir müstahkem mevki üzerinde olarak inşa edilip o merkez çevresindeki toprak parçasını içine alan yerleşim birimleriydi. Polis bir kavram olarak hem bir yönetim örgütünü, hem de şehirde yaşayan yurttaşlar topluluğunu temsil ediyordu. Yunanca politikos da hem şehri, yurttaşları, hem de devleti, yönetimi, kamu hayatını nitelendiren bir sıfattı; polites ise yurttaş demekti. Yunanca polys bileşeninin bir de batı dillerinde bir önek gibi birçok kelimenin önünde yer aldığı, "çokluk" bildiren anlamı var. Aradaki bağlantı açık: şehir, çok sayıda insanın yaşadığı yer. Bu kullanımı için bir iki örnek yeterli olur:
GÜN ADLARI, KÖKENLERİ VE ANLAMLARI
Günler, haftalar, aylar derken aklım şu kronometre sözcüğüne takıldı. Bin yıllar öncesinin titan tanrısı Kronos’tan gelen chronomètre sözcüğü dururken niçin saat, heure, hour, uhr, clock, watch, timer gibi sözcüklere gereksinim duyuldu hiç anlayamamışımdır. Hele de şu watch sözcüğünü hiç sevmiyorum. En azından Batı dilleri için ileri sürülen görüşlerin hiçbiri bana inandırıcı gelmiyor. Kronos gibi kulağı okşayan güzel bir sözcük dururken onların hiçbirini değerli bulmuyorum! Biz mi? Biz işin kökenini pek kurcalamamışız, saat deyip işin içinden sıyrılıyoruz. Saat sözcüğü Aramca, İbranice, Arapça derken hoplaya zıplaya bize kadar ulaşmış. Gelir gelmez ben iyi saatte olsunlar dedim ama sesimi kimseye duyuramadım.
KITA ADLARI
Aradan yüzyıl geçtikten sonra Evropa’dan, Turkiya’dan, Anotoliya’dan kurtulduk ama Avro mu olacak yoksa Ero mu, Evro mu olacak yoksa Yüro mu diyeceğiz hala bir karar veremedik. Neyse… Dilimizi olması gerektiği gibi öğrenince, bir gün gelecek hepsine kendi adlarını vereceğiz!
POLO - MİNYATÜR
Nakş-ı Cihan adı buranın değerini daha iyi ifade ettiği gibi tarihsel geçmişine de daha uygun. Şah Abbas dönemindeki el sanatlarına ve mücevhercilerin adına gönderme yapılması amacıyla bu ad konulmuş. Bu meydan Çin’deki Tiananmen meydanından sonra dünyanın en büyük ikinci meydanı, tam 80.000 metrekare büyüklüğünde. 1611 yılında birinci Şah Abbas’ın emriyle ve mimar Ali Akbar İsfahani tarafından 25 yılda yapılış. 4 tane kapısı var.
İSKAMBİL KÂĞITLARINDAKİ ŞEKİLLER
Geniş halk kesimlerinde kabul görmüş bir anlayışa göre de iskambil kağıtlarındaki sayılar gezegenimizin doğal düzeni ile ilişkilendirmektedir. Her bir destede, 4 farklı grup olması bir yıl içindeki mevsimleri , bir deste içinde bulunan 52 kart bir yıl içindeki haftaları ve her bir grubun 13 karttan oluşması ise ayın döngüsünü simgelemektedir. 13 kart içinde de 10’a kadar sayılar vardır ve ardından diğer kartlar vale(oğlan), dama (kız) ve rua (papaz) olarak sıralanır. Bu konularda tevatürün sınırı yok. İnanışa göre kupa papazı, Kral Şarlman’ı, maça Papazı, Kral Davud’u (Hz. Davud), karo papazı, Julius Sezar’ı, sinek papazı da Büyük İskender'i temsil ediyormuş. Son olarak şunu da ekleyebiliriz: Kartlar üzerindeki kral, papaz, dam figürlerinin saç stilleri, giyim tarzları o dönemde geçerli sosyokültürel özellikleri yansıtıyor.
HİSSEDİLEN SICAKLIK / AĞIRLIK, KATLANILABİLEN İNSAN, DAYANILABİLİR ENFLASY0N
Bu örneklere bir de enflasyonu ekleyebiliriz. Toplumda her sınıf veya katmanın enflasyon algısı farklıdır. Ekonomik verilere göre bazı durumlarda satın alınacak mal ve hizmetlerin fiyatları elde edilen kazançtan az olursa enflasyon denen şey karşımıza çıkar. Eğer bu mal ve hizmetleri satın aldıktan sonra bir miktar daha elimizde kalıyorsa, yani tasarruf olanağı doğuyorsa o kişi için enflasyonun bir zararı yoktur. Hatta ilerleyen zaman içinde mal ve hizmetlerin fiyatları arasındaki fark devam ederse o kişinin tasarruf ettiği miktar büyür.
KARGA TULUMBA
TDK sözlüğüne göre sözcüğün kökeni İtalyanca olup “carga tromba” dır. Halk arasında kullanıldığı haliyle karga tulumba deyimi birkaç kişinin birini yakalayıp elleri üstünde havaya kaldırmaları ve bir yerden bir yere götürmeleridir. Carga la tromba veya carga tromba İtalyan denizcileri arasında kullanılan bir deyim olup zaman içinde Türkçeye girmiş ama bu girişte anlamını da değiştirmiştir. Deyim olarak carga tromba yelkenleri indir, topla anlamındadır.
ÖKSÜZ VE YETİM KAVRAMLARI ÜZERİNE
Bir toplumu toplum yapan özelliklerden bir tanesi o toplumun çocuklarına ve yaşlılarına ayırdığı olanaklarla ölçülür. Anne veya babasını herhangi bir nedenle yitirmiş çocukların özel bir önemi vardır. Bu durumda olanlar için sağlıklı ve güvenli, anne-baba sevgisini yaşayabilecekleri sevgi yuvalarına ihtiyaç vardır. Onların dışındaki tüm çocuklar için de, kreşler, anaokulları, yaşlılar için yaşlılar yurdu (huzurevi), herhangi bir nedenle tek başlarına olduklarında günlük yaşamlarını sürdüremeyecekler için Darülaceze (1895) ve Darüşşafaka (1863) gibi kuruluşlar sayıca artırılmalı ve verecekleri hizmetler geliştirilmelidir.
KELİMELERİN BİZE ETTİĞİ
Son birkaç ayda, sağ olsun dostlar, iki aşikâr yanlışımı yakaladı. Birincisi TomFriedman yerine George Friedman yazmamdı. Daha vahim hatayı geçen Pazar yaptım. Trump’ı Demokrat Partili ettim.
ÜNİVERSİTE NE DEMEK?
Bu yeni düzende kurulan üniversitelerin pek azının üniversite sayılabileceği şüphesizdir. 1980 sonrasında Istanbul'da kurulan Marmara Üniversitesinin rektörü olan profesörün bir televizyon programında adeta övünerek, "Biz kitle eğitimi veriyoruz" demesi gerçekten çok acıdır. O yıllarda üniversitelerden beklenen şeyin aslında ne olduğu bundan daha özlü bir biçimde anlatılamazdı! "Kitleyi eğitmek" bir yana, üniversite denen kurumun ödevi "vatanına, milletine, devletine hizmet edecek insanlar" yetiştirmek de değildir. En yüksek seviyede bilimsel bilgi üretmektir asıl amacı. Hiçbir üniversite bilimin dünyada eriştiği seviyenin altında kalmayı içine sindiremez, sindirememeli. Sindirememeli ki, geride kaldığını hisseden üniversiteler eksiklerini giderme yolunda bir atılım gösterebilsinler. Üniversitenin güzide (élite) bir kurum olduğunu bilmek gerekiyor her şeyden önce. Şöyle denmeli: bir fildişi kuledir üniversite! Orada sadece bilim için de yaşanmaz. Gençlerin tam bir özgürlük içinde kişiliklerini geliştirecekleri, bireysel yeteneklerini fark edecekleri, kültür, görgü edinecekleri, düşünen, entelektüel insanlar olarak yetişecekleri, toplumdaki hiçbir çevreyle karşılaştırılamayacak olan çok özel bir ortamdır üniversite.
FENOMEN – İDOL - İKON – ROL MODEL
Örnek olma ve örnek alma işleri her zaman sorunsuz olmamaktadır. Bazen insanlar kendileri için yanlış kişileri örnek, rol model alabilmektedirler. Toplumda yanlış bilgilendirmeler, hiç de örnek alınmaması gereken kişileri de “fenomen” leştirmekte, yanlış kişi ve davranışları ikonlaştırmakta ve yanlış kişileri kendilerine idolleştirmektedirler. Bu yanlışların önüne geçilmesi bu kavramların içeriklerinin, anlamlarının iyi bilinmesiyle mümkün olabilir. Aileden ve okuldan başlayarak bu rol modellerin, idollerin, ikonlaşmış, popüler kişi ve davranışların gençlere ne kadarının uyacağı veya uymayacağı anlatılmalıdır. Gerektiğinde örnek alınacak kişiler de uyarılmalıdır. Bu durumda olan kişi ve davranış biçimleri karşısında suskun, edilgin kalınmamalıdır.
ETİMOLOJİ NE İŞE YARAR?
Söz dağarcığını genişletmek, şüphesiz okumakla olur; yabancı dilde de, anadilinde de. Ama bu, özellikle yabancı dil öğreniminde çok uzun zaman geçmesini gerektirir. Daha doğrusu, kelime öğrenimi ömür boyunca sürer. Anadilimizde bile anlamını bilmediğimiz nice kelime vardır. “Bol bol okuyun!” tavsiyesi ilk çare değil. Sonraki çare olmalı. Söz dağarcığını genişletmenin bol bol okumaktan çok daha önce tutulması gereken yolu kökenbilgisine önem vermektir. Bu yol çok daha verimlidir; kısa vadede meyve verir. Öğrenciye dilin sözdizimi belletilirken köken bilgisi temelinde kelime öğretimi de verilmeli, yabancı dilde okuma alışkanlığı bu temele oturtulmalı; bu iki öğrenme biçimi paralel olarak yürütülmeli. Etimoloji bilgisi üzerine oturtulmuş bir okuma alışkanlığı çok daha verimli olur.
DOSTA VİSKİ
Eğer bir toplumda huzur, refah ve kalkınma, ilerleme isteniyorsa öncelikle o toplumu oluşturan bireylerin ağızlarından çıkanı önce kendi kulağı duymalı kaleminden çıkanı da önce kendi gözleri görüp değerlendirmelidir.
TAKDİREN – TEŞDİDEN - TAHFİFEN
Bu kısa değerlendirmemizde hükmün yerindeliği veya haklı ya da haksızlığı değil bu karar nedeniyle takdir, teşdit ve tahfif gibi kavramların köken ve anlamları üzerinde durduk. Hukuk dilimizde birçok mesleklerde olduğu gibi günlük konuşma diliyle kolayca anlaşılamayan buna benzer birçok terim vardır. Yeri geldiğinde onlara da değinebiliriz.
SORUNLU KAVRAMLARIMIZ
Açıkça söylemek gerekir ise bu sözcükler dili Arapça olmayan Türk halkına Arapça’ dan Osmanlı saray idaresi tarafından dayatılan sözcüklerdir. Halkımız bu sözcüklerin ne kökenini ve ne de anlamlarını yeterince kavrayıp belleyememiştir. Bu sözcükler dilimizde iğreti olarak durmaktadır. Kullanılırken de özümsenmediği için yanlış yaparım korkusuyla ve fazla mal göz çıkarmaz diye düşünülerek benzer bir sözcükle pekiştirmek gereği duyulmaktadır. Benim önerim ya bu sözcüklerin köken ve anlamlarını iyice öğrenmek ya da anadil dağarcığımızda bu kavramı anlatan sözcüklerden birini seçip kullanmaktır.
UYKULARIMIZIN TANRISI HYPNOS, ÜÇ BİN ÇOCUĞUNDAN BİRİ MORPHEUS
Mitoloji bahçesi göz alabildiğine geniş hatta o kadar geniş ki Helios’un hızıyla hareket etseniz ufuklarında güneşin batışını görmek olası değil! Dolayısıyla biz bu günkü gezimize ilerde kaldığımız yerden devam etmek üzere burada ara verelim. Ancak sevgili Morpheus tanrımızı tanrıçamız İris ili birlikte çizen Fransız ressam Pierre-Narcisse Guerin’in1811 yılında tamamladığı tablosunu seyredelim. Yapıtın özgün olanı Saint Petersburg Hermitage Müzesi’nde’ sergilenmektedir.
P H A E T H O N
Fantastik bir yolculuğa çıkıyoruz. Öyle Ay’a, Mars’a falan değil uzayın daha da derinliklerine giriyoruz. Mythos’ların bize verdiği enerji ve coşku ile yola çıkıyoruz. Bu yolculuğun tehlikeleri var mı, var. Tehlike var ama merakımızı gidermekten, öğrenmekten geri durmak hiç yok.
NAPOLYON KİRAZI – CHAMPS ÉLYSÉES ’nin AT KESTANELERİ
Doğamızdaki, floramızdaki bu yoksullaşma dilimize, dilimizdeki kavramlara da yansıyor. Çoğumuz kestane ile at kestanesini ayırt edemez hale geldi. Çocuklar kafalarındaki yanlış ve eksik algılar nedeniyle sonbaharda yere düşmüş bir at kestanesi gördüklerinde bunun yenecek bir meyve olduğunu zannetmektedirler. At kestanesinde bulunan özünde bir glycoside olan esculin maddesi zehirlidir. Doğrudan tüketilmeye çalışıldığında zararlı olur. Ancak kimyasal işlemlerden geçirildikten sonra losyon veya krem olarak birçok derde deva olabilmektedirler. Napoleon’un sağlığında belki hiç yemediği bir meyveye insanımız onun adını veriyor. Bu kavramların temsil ettiği şeylerin değerlerini bilmiş olsak bu güzel ülke daha güzel olacaktır.
NATO KAFA NATO MERMER
Bu cümlenin hangi ortamda söylendiği ve anlaşıldığı bilinse eminim bizim bu denli üzerinde durmamız gerekmeyecekti. Benim kanımca bu cümle, bir heykel yontucusu veya satıcısı tarafından bir Türk’e yaptığı veya sattığı şeyi basite indirgeyerek anlatması sırasında (…bu baş, bu portre, bu mermerden/ yapılmıştır) anlamında kullanılmıştır. Yahut “böyle bir mermerden böyle bir baş” yapılmıştır, şeklindedir.
DOĞUM GÜNLERİ VE DOĞUM GÜNÜ KUTLAMALARI
Doğum günü kutlamalarının tarihi eski Mısır’a kadar uzanmaktadır. O tarihlerde firavunların taç giyme törenleri çok görkemli törenler halinde yapılıyordu ve o gün firavunun tanrılaştığına inanılıyordu. Bu günler ileriki yıllarda doğum günü olarak kutlanılıyordu. Bu gelenek biraz şekil değiştirerek antik Yunan’a ve oradan da Roma’ya geçmiş.
TÜKENMEZ KALEM - ALKOLSÜZ BALIK ÇEŞİTLERİ
İnsanın ağzından çıkanı kulağı duymalı, elinden çıkan yazıyı da yazan kişinin önce karşısına geçip kendisi okumalı diye düşünüyorum. Balıklar ikiye ayrılıyorlar: 1-Alkollü balıklar 2- Alkolsüz balıklar. Lokantada müşteriye içkili veya içkisiz yemek servisi yapmak lokanta sahibinin bileceği bir şey ama balıkları alkollü veya alkolsüz diye sınıflandırmak kimsenin hakkı değil. Dilimizi bu zavallılıktan kurtarmak zamanı geldi, geçiyor.
MİT, MİTOLOJİ, EFSANE, MASAL, DESTAN, HİKÂYE, TARİH, TRAJEDİ, KOMEDİ VE OPERA
Günlük konuşmalarımızda ve yazı dilimizde sıklıkla kullandığımız birkaç kavramı gözden geçirmek ve aralarındaki farkları irdelemek istiyorum. Bunlar, mit, mitoloji, efsane, masal, destan, hikâye, tarih, trajedi, komedi ve opera. Bunların her biri için ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır ve yazılmaya da devam edilmektedir. Amacım yine genel bilgi niteliğinde hatta ansiklopedi bilgisiyle bu kavram ve terimleri elimizin altında bulunması için derlemektir.
İBADET YERLERİ
Bütün bu ibadet yerleri aynı anlama geliyor: toplanma yeri. Bu durum adı geçen inançlarda toplanma ediminin, toplanma yerinin önemine işaret ediyor. Bütün bu dinler "cemaat" kavramını ön sırada tutuyor. Ama bunun tersini de düşünelim. Bütün bu dinler "bireylik" fikrine sırt çeviriyor. Bireyliğin cemaat içinde, cemaat ruhu içinde eritilmesini istiyor.
Yenilik Kavramı ve Yenilik Politikaları
Yenilik (inovasyon / innovation) kavramı son yıllarda iş dünyası ve akademide en hızlı yaygınlaşan kavramlardan biridir. İktisat ve işletme gibi ekonomi politikaları ve stratejileri ile ilişkili alanların yanı sıra, modadan sanata kadar çok farklı alanlarda da “inovasyon” artık anahtar kavram haline gelmiştir. Bu yaygın kullanım sonucu hem kavramın kapsamı çok genişlemekte, hem de adeta tüm sorunları çözebilecek gizemli bir araç haline getirilmektedir. Bu çalışmada yenilik kavramının tarihsel gelişimi özetlenmekte, yenilik tipleri ve metrikleri tanımlandıktan sonra, yeniliklerin etkileri tartışılmaktadır.
FİKİR VE ZİKİR
Sağlıklı bir iletişim için taraflar arasında bir kavram birliğine mutlak gereksinim bulunmaktadır. Örneğin elma dendiği zaman bu sözün dinleyicileri veya okuyucuları tarafından daha önce büyüklüğü, rengi, kokusu vb. özellikleriyle, varılan, varılmış olan uzlaşma uyarınca elma olarak algılanması gerekir. Elma dendiğinde karşısındakinin zihninde tornavida veya kar yağışı görüntüleniyor ise toplumda herhangi bir iletişim sağlanamaz.
MİLKA
Katarina Milka Trnina 1863 yılında Hırvatistan'da Moslavina adlı küçük bir kasabada doğmuş. Aldığı eğitimler sonrasında 1882'de Zagreb Operasında solist olarak rol almış. Guiseppe Verdi'nin eserlerindeki vokal başarısı ile üstün yeteneğini o zamanın otoritelerine kolayca kabul ettiren Milka Trnina giderek Avrupa ve Amerika'nın birçok operasında aranan bir yıldız olmuş.
İŞTE İNSAN - ECCE HOMO
Turist gelmesi, buraları gezmesi, görmesi elbette güzel, buraları dünyaya tanıtması elbette güzel ama turistin de bu sakin adadaki yaşama saygılı olması gerekir. Elinizdeki bir tane kesme şekeri bile fırlatıp atmanız buradaki ekolojik dengeyi allak bullak edebilir. Bu adaların tarihinde bunlar daha önce yaşanmış şeyler. Atacağınız bir kesme şeker örneğin karıncaları oraya çeker. Karıncalar daha çok beslenir, sayıları artar. Diğer canlıların yiyeceği şeyleri bitirir, ötekiler bu kez aç kalır, karıncalara dadanan başka bir hayvan onları yer bu kez onlar çoğalır, bu böyle sürüp gider. Sonuçta adada o dengenin yerine başka bir denge kurulur. Biz ise buradaki doğal dengenin, endemik türlerin kendi halinde olmasını, Darwin’in söylediği evrimin kesintiye uğramadan devamını istiyoruz. Bu rehber bana unutamayacağım bir ders vermişti. Biz Darwin’i, Türlerin Kökeni’ ni, Evrim Teorisi’ ni masada okuyup anlamaya çalışırken bu delikanlı bize tam da yerinde muazzam bir ders veriyordu.
KOT PANTOLON
Diş macunu yerine İpana Türkiye’de diş macunu denince bir kuşağın aklına ilk gelen isim İpana’dır. İpana ilk kez 1915 yılında ABD’de piyasaya sürülmüş ve halk arasında hayli tutunmuş. Sonra deyim yerindeyse üretici firma tarafından bu markanın yaşlandığı düşünülmüş ve başka adlarla, başka markalarla üretim ve satış yapılmış. Ancak Türkiye’de bu marka öyle çok sevilmiş ki; kimse onun yerine bir şey koymaya cesaret edememiş. Şu anda Türkiye’den başka bir yerde üretilip pazarlanmıyormuş.
RAKAM BİLDİREN ÖNEKLER
Türkçe rakam bildiren önekli pek çok kelime almıştır yabancı dillerden. Bunların büyük bir bölümü herkesin aşina olduğu kelimelerdir. Ama kimi kelimelerin genel anlamını bilsek bile taşıdığı öneke anlam vermekte zorlanabiliriz. Önekin nitelendirdiği ismin anlamını bilmediğimiz kelimelerde de, önekin işlevini açıkça kavrayamayabiliriz. Burada bu türden önekli kelimelere dikkati çekeceğim.
Taciz, Tecavüz, İstismar terimleri hakkında
Hukuk dili diğer disiplinlerde olduğu gibi günlük konuşma dilinden ister istemez ayrılır. Şunu hemen söylemeliyiz ki; halkın günlük konuştuğu dille arasındaki farklar bir kusur değil işin doğasından gelen ve esasen başka meslek dallarında da bulunan bir zorunluluktan doğmaktadır. Ayrıca hukuk alanında kavramların tutucu olmak gibi bir özelliği daha vardır. Konuşma dili daha hızlı değişebildiği halde hukuk dili kolay kolay değişmez. Bu da yakındığımız farkları oluşturur.
KUTSAL
Mübarek, Türkçemizdeki Kutlu sözcüğünün karşılığıdır. Anlamı uğruna ölünecek kadar değerli olan ve hiçbir şekilde bozulmaması, değişmemesi gereken şey demektir. Jerusalem kentinin Arapçadaki karşılığı Kudüs, (= Qodusa) arınmış yer, temiz kent anlamına gelmektedir. Bu sözcüğün kökeni de Akadça ve İbranice‘de qdş kökü ile ilgili olup (qadaşu) törensel bir temizlik demektir.
T A B U ve T A B U L A R I Y I K M A K
Tabuları yıkmak deyimi kulağa hoş gelmektedir. Tabular yıkılırsa insanın özgürlük alanının genişleyeceğine inanılmaktadır. Bu tarzda bir düşünce ve eylem haklı nedenlere dayanabilir. Ancak önce tabunun ne olduğu, ne olmadığı araştırılmalıdır. Vebadan kaçar gibi tabu sözünü duyar duymaz “zaten” diye başlamadan önce tabunun niçin ve hangi amaçla yıkılacağı da sağlam gerekçelerle ortaya konmalıdır. Tabunun nasıl yıkılacağı ve yıkıldıktan sonra ortaya çıkacak boşluğun ne ile doldurulacağı da önceden belirlenmelidir. Tabularla savaşmada başarının anahtarları bu soruların yanıtlarında gizlidir.
PROLETER VE PROLETARYA KAVRAMLARI
TDK'ye göre proleter sözcüğünün anlamı emekçi, işçi ve proletarya da emekçi sınıfı ya da işçi sınıfıdır. Sözlüğe göre proletarya kelimesi ele alındığında, ‘alt sınıfı anlatmak için değerlendirilen bir kelime’ anlamı olduğu söyleniyor. İlk zamanlar oğullarından başka malı bulunmayan insanlar için söylenen aşağılayıcı bir kelime olarak kullanıldığı, daha sonra ise işçi sınıfını tanımlamak amaçlı sosyolojik bir terim olarak gelişmeye başladığı anlatılmaktadır. Proleterleşme sözcüğü ise TDK ‘na göre; ‘emekçileşme,’ anlamına gelmektedir. Günümüzde işçi ve emekçi sınıfı için bu kelime artık pek kullanılmıyor. Özellikle modern ve gelişmiş ülkelerde proleter ya da bununla beraber türemiş kelimeler öne çıkmaz deniyor. Bu cümle ile anlatılmak istenenin değerlendirmesi okuyucuya aittir.
ESOTERIC, BÂTINÎ, İÇREK
Pythagoras ders anlatırken bir perdenin arkasında dururdu. Derslerini dinlemelerine izin verilen ama yüzünü görmelerine izin verilmeyenler perdenin önünde otururlardı. Üstadın yüzünü göremeyenler exoterikos, yüzünü görebilenler ise esoterikos öğrencilerdi. Böylece esoteric —Latince yazımıyla— yalnızca "içerdekilere özgü, dolayısıyla gizli" anlamına gelmeye başladı.
SABO - SABOTAJ
Avrupa'da manifaktür üretimi gelişip, buharlı makinelerin de devreye girmesiyle fabrikalar ardı ardına kurulmaya başlayınca tezgâh başındaki proleterler işsiz kalmaya başladılar. İşçilerin yapacağı işleri bu makineler yapmaya başlayınca işlerini kaybeden işçiler buna tepki gösterdiler. Tepkilerini, protestolarını ayaklarına giydikleri bu sabotları dönen çarkların arasına sokarak makinenin çalışmasına engel oluyorlardı. Patronlar bu işin nedenini önce anlayamamışlar. Sonra fark etmişler, makineler meğer işçilerin bu ayakkabılarını dönen hareketli kısımlara soktukları için bozuluyormuş. İşçilerin bu eylemi Avrupa'nın birçok ülkesinde de yayılmış. Bu eylemlerin adına "makina kırıcılığı" konmuş. İşçiler ekonomik durumlarını korumak için üretimi bu yolla aksatıyorlarmış.
OPERALAR
Operatör. Bu kelime ilkin Fransızcadaki anlamıyla, yani cerrah anlamıyla Türkçeye girdi. Lüzumsuz bir alıntıydı, çünkü yerleşik bir karşılığı vardı. Büyük ihtimalle "operatör"ün "cerrah"tan daha önemli(!) bir kişi olduğu izlenimini uyandırmak isteyenlerin tıp diline soktuğu bir kelimeydi. Çok şükür, "cerrah"ı öldüremedi, onun gölgesinde kaldı. Yine de muayenehane levhalarında "operatör doktor" tamlamasını kullananlar var. Hem operatörün cerrahtan daha fiyakalı bir sıfat olduğu izlenimi uyandırılıyor, hem de halkın bunu anlamayabileceği olasılığına karşı tedbir alınarak "doktor" unvanı ekleniyor! Operatör zaten hekim ise ikinci kelimenin ne anlamı var? Düpedüz "cerrah doktor" anlamını veren bu unvanın kullanıldığı bir dil var mı! Bugün Fransızcada chirurgien deniyor cerraha. Opération gibi opérateur da eskimiş, artık kullanılmıyor.
SINCERE - Sine Cera
Heykeller genel olarak mermerden yapılırdı. Mermer doğası gereği damarlı bir maddedir. Ayrıca işlenirken veya oyulurken çatlayabiliyordu. Açıkgöz mermer ustaları, seramik ustaları bu durumda çatlağı balmumu ile kapatıyordu. Ne yazık ki o heykel veya seramik kap kacak güneşi veya ateşi görünce, balmumu eridiği için çatlak ortaya çıkıyor, dolayısı ile o amfora, tencere veya heykel değerini yitiriyordu. Heykel delik deşik ve çatlak, tencereler de su, yağ amforalarda ise zeytinyağı ve şarap kabın dışına çıkıyordu. O zamanlar patent marka diye bir şey yoktu. Kulaktan kulağa iyi usta kötü usta adını duyurabiliyordu. Bu yüzden ustalar ürettiklerini satabilmek, değeri kadar paraya satabilmek için "bu mallar Sine Cera, Sine Cera" diye bağırırlardı.
İTİBARDAN TASARRUF veya TEMSİLDE TASARRUF
Biraz daha açık söylemek gerekir ise toplumu temsil ile görevli olanlar temsil görevleri boyunca yapacakları harcamalarda tasarruf etmek zorunda değillerdir. Amaç tasarruf değil temsil işlemini olabilecek olanın en iyi şekliyle yerine getirmektir. Bu noktada tasarrufun da yapılacak harcamaların da elbette bir sınırı, bir ölçüsü vardır. Bu sınır temsil sırasında parasal durumun gündeme getirilmemesi olarak tanımlanabilir. Yani ne fakirliğiniz ile ve ne de görgüsüzlüğünüz ile temsil görevinizi gölgelendirmemeniz gerekmektedir. Halk dilinden bir örnek vermek gerekir ise “Atılacak Taşın Ürkütülen Kurbağaya Değip Değmemesi” bir ölçü olarak alınmalıdır.
HALKIMIZIN KAVRAM İCADI
Gazyağı, mazot, benzin derken günlük yaşantıya bir de doğal gaz, propan gazı giriyor. Tüplü ocaklar, tüplü lüks aydınlatma araçları derken ısıtmada da gaz kullanılmaya başlanıyor. Büyük kentlerimizden taşraya da bu yenilikler dalga dalga yayılıyor. Katalitik sobalar bayilerin vitrinlerinde görülmeye başlıyor. Kasaba halkı bu yeni aletin adını ve ne işe yaradığını merakla birbirlerine sorup öğrenmeye çalışıyorlar. Oralet olayında olduğu gibi bir türlü dilleri katalitik demeye dönmüyor. Ve… katalitik soba bizim Vezirköprü’ de “katolik soba” olup çıkıyor.
YANLIŞ KULLANILAN KAVRAMLARDAN DÖRDÜ
(Emrah Safa Gürkan'ın BUNU HERKES BİLİR kitabından aynen alıntıdır) 17 Ocak 2022
KİMİ KISALTMALAR VE ANLAMLARI
Özellikle bir müzeyi gezerken veya İngilizce yazılmış bir tarih kitabını okurken karşımıza BC ve AD gibi ya da zaman ile ilgili metinlerde AM-PM kısaltmaları çıkmaktadır. Bunların ne ifade ettiğine çok kısa bir göz atmanın yararlı olacağını düşünüyorum.
Z Ü H R E V İ (Sorunlu Kavram)
Herhangi bir konuda doğru, gerçek bilgi sahibi olmak o bilginin aktarıldığı sözcüklerin, kavramların ne anlama geldiğini bilmekle başlar. Bazı sözcükler (ifadeyi taşıyıcı) ve kavramlar (ifade edilen öz) gerçek anlamlarından farklı olarak da kullanılabilmektedir. Bazıları da bir galat(=yanlış) olmasına karşın kullanılmaya devam edilmektedir.
TESTOSTERON EGEMENLİĞİ (Domination de la Testostérone)
Latince ''testi(s)'' + ''mōnium'' kelimelerinin birleşiminden oluşan ''Testimōnium'' kelimesi de ''testislerini tutan'' anlamına geliyor. Latinler mahkemede tanıklık yapmaya başlamadan önce neden ''testislerini tutan'' sözcüğünü kullanmışlar? Antik Roma'da, mahkemede tanıklık yapanlar yemin ederlerken kendi testislerini tutarlarmış. Bu ritüel "eğer yalan yere yemin edersem soyum kurusun" anlamına geliyormuş. Demek ki soyun devamını sağlayan testisler en önemli değer yargısı olarak kabul ediliyor.
URBA
Urba kelimesi şehirde doğmuş bir kelime; ama köy-kır diline girdiği için olacak ki, şehirli ağzına yakıştırılamamış. Bu yüzden, bir süre sonra aynı kelimenin Fransızcası alınıp rob / rop yazımıyla şehirli ağzına uygun bir kelime elde edilmiş! Rob'u yine Fransızcadan aldığımız ropdoşambr (robe de chambre) kelimesinde de görürüz. Gardrop'ta (garde robe) da var aynı kelime.
İki Dirhem Bir Çekirdek ve Keçiboynuzu
Darphanede buharlı makineler ile bastırılan bu ilk Osmanlı Lirası öncekilerden çok farklı idi. O zamanın İstanbul’unda oturan ahali bu altın lirayı görünce; bu ne, bu ne diye birbirlerine sormuşlar. Bir karara varamadıklarından Darphanenin başındaki muhtereme gitmişler aynı soruyu ona da sormuşlar, bu nedir? Aldıkları cevap “iki dirhem bir çekirdek” olmuş. Duyan duymayana anlatmış, bu paranın adı iki dirhem bir çekirdeğe çıkmış.
Zat İşlerinden İnsan Kaynaklarına
Bu kısa açıklamadan da anlaşılacağı gibi son değişikliklerin amacı insana hizmet değil, insanın güvenliğini sağlamak değil kurum, kuruluş veya şirketin korunması ve güvenliğinin sağlanmasıdır. Zaten yasanın başlığı da budur. Bu anlatmaya çalıştığım şeyleri normal buluyorsanız, hayra yoruyorsanız benim söyleyecek bir şeyim yoktur. Ancak bu dünyada şeyleri değil de insanı konunun başlığına veya odağına koyacaksak konuşacağımız çok şey vardır.
YERSİZ YURTSUZ BİR MİLLET: ÇİNGENELER
1971'de toplanan Dünya Romanlar Kongresinde Roman halkı için kullanılan, gypsy ve benzeri bütün yabancı kelimelerin reddedilmesi oy birliğiyle kararlaştırılmıştır. Türkçede de, hiç olmazsa resmî bir bağlamda kullanıldığında, "Roman" kelimesi tercih ediliyor şimdilerde. "Çingene" kelimesinin olumsuz anlamları olduğunu biliyoruz. Ne var ki, "Çingene" olmak bir suçmuş gibi, "Roman" kelimesini onun yerine bir "yumuşatıcı" olarak kullanılmasından da sakınmak gerekmez mi? Bu kadar eski bir kelimeyi lanetleyip yasaklamaktansa onu olumsuz anlamlarından arındırıp tamamıyla nesnel bir terim olarak kullanmayı deneyemez miyiz?
ROMAN
Romanslar var olan dünyayı değil, olması özlenen, idealleştirilmiş bir dünyayı yansıtır. Gerçekçilikten tamamıyla yoksun bir edebiyattır. Olaylar arasında nedensellik bağı yoktur. Hikâyenin ne zaman geçtiği belli değildir; belirsizdir zaman. Mekân da siliktir; olayların nerede geçtiğini gözümüzde canlandıramayız. Bu tozpembe edebiyat Aydınlanma çağında tutunamazdı. Romana gelince, bu tür her şeyden önce gerçekçilik, inandırıcılık üstüne kuruludur. Roman, bir anti-romance olarak nitelendirilir; yani romansın tersidir, romans olmayan bir edebiyat türüdür. Roman kişileri olağanüstü niteliklerle donanmış insanlar değildir; tanıdık, bildik kişilere benzer, bizler gibi bireylerdir. Hikâye iç içe örülü, bir bütünlük gösteren olaylara, yani bir olay örgüsüne dayanır. Olaylar arasında nedensellik bağı vardır. Hikâye belirli bir zaman diliminde geçer. Tarihî, maddi, somut zamandır bu. Mekân ayrıntılı bir biçimde tasvir edilir. Zaman da, mekân da olay örgüsünün ayrılmaz bir parçasıdır.
YUNANCA "DOXA"DAN LATİNCE "DOCTOR"A
Ortho bileşenli iki terim daha var Türkçede. Biri, ortopedi, ortopedist. Yunanca paed / ped çocuk, Latince ped ise "ayak" demek, bu iki birim birbiriyle ilintili. Kelime olarak "doğru, düzgün çocuk" anlamına geliyor. Tıbbın bu dalı çocuklardaki vücut biçimsizliklerini, özellikle kemik yapılarındaki bozuklukları düzeltme işlemleriyle uğraşır. Daha kapsamlı anlamıyla, kemikler, eklemler, kaslar, kirişler, sinirler gibi vücut hareketini sağlayan organların bozukluklarını düzelten, tedavi eden cerrahi koludur. Öbür kelime ortodonti, ortodontist, o da "düzgün dişler" anlamında. Diş hekimliğinin dişleri çenenin üstüne estetik ve görev bakımlarından düzenli bir biçimde yerleştirmekle uğraşan kolu.
KORO, BALE, HORON
Bale sanatı anlamındaki bale kelimesi batı Avrupa dillerinde ballet imlasıyla yazılır. Kadın dansçıya balerin, erkek dansçıya bale dansçısı denir, terimin eril biçimi yoktur. Ne var ki, Türkçe sözlüklerde "balet" diye bir kelime görürüz. Erkek dansçı diye tanımlanmış. TDK Güncel Sözlük'te kelimenin Fransızcadan, Kubbealtı Lügati'nde ise İngilizceden alındığı yazılmış. Bu iki dilde de, başka batı Avrupa dillerinde de böyle bir kelime yok. Vahim bir hata! Bu kadar ciddi bir yanlış nasıl girer sözlüklere, anlaşılır şey değil. Aynı hata Millî Eğitim Bakanlığının 1995'te yayımladığı dört ciltlik Örnekleriyle Türkçe Sözlük ile Ali Püsküllüoğlu'nun hazırladığı Arkadaş Türkçe Sözlük'te (8. bası, 2004) de var. Ama TDK'nin 1969'da yayımladığı Türkçe Sözlük' te "balet" yok. Bu anlam herhalde 1990'larda zuhur etmiş. Birileri kelimenin sonundaki, sesletilmeyen /t/ harfini eril takı sanmış herhalde!
FRENGİ
Sifilis hastalığının kaynağı tartışmalı. Hastalığın Amerikalılar daha Avrupalılarla temas etmeden Amerika kıtasında görüldüğü sanılıyor. Buna göre, Kristof Kolomb'un (1451 - 1506) dönüşünde, mürettebatındaki denizcilerce Avrupa'ya bulaştırılmış olabilir.
FRANKLAR, FRENKLER
Asıl çarpıcı olan, Fransa, Fransız kelimelerinin yanı sıra eski bir topluluğun etnik adından pek çok kelime türetilmiş olmasıdır. Eski İngilizcede franc, franca "özgür, soylu kişi" anlamına geliyordu. Sanki Franklar Gallileri, Keltleri yenip egemenlikleri altına aldıkları zaman bu ülkenin "özgür" insanlarının kendileri olduğunu ilan etmişler gibi! Frankların egemenliğindeki Galya'da yalnız Franklar özgürdüler.
LOJİ'LER
Logos bir bileşen olarak bilim ya da bilgi dallarının adlandırılmasına yarıyor: sosyoloji, psikoloji, müzikoloji gibi... Bu ve benzeri bilim dallarının adları Türkçeleştirilirken "—bilim, ya da bilimi" kelimesi ekleniyor: toplumbilimi, ruhbilimi, müzikbilimi...
TUZ
Bir şeyin adını bu şekilde değiştirmek onu aşağılamak demektir. Yine de diyebilirsiniz ki, salatalık derken bu lezzetli, salatada onsuz edilemeyen sebzeden özür dilemek istemişiz. Belki. Özür dilemenin ötesinde, bu sebzeyi yücelten de var. Sadece bir gurme olmayan, yeme içme konularını işleyişini edebiyat seviyesine yükselten Refik Halit Karay salatalığı bakın nasıl yüceltiyor: "Terlemesini en güzel bilen ve kendisine iyi yakıştıran bu sebze biçimindeki acayip meyva! Salatalıklar ne tuhaftır ki ancak kabukla çıplakken terlerler. Soyunan hiçbir ten, onun kadar nefis, nazik bir rayiha veremez."
ENTELEKTÜEL
Fransızca intellectuel kelimesine gelince, Dreyfus davasından çıkıyor. Fransızcadan İngilizceye, Almancaya geçiyor. Sözün burasında bu davayı ayrıntılarıyla hatırlatmak zorundayım. Alfred Dreyfus Yahudi asıllı bir Fransız topçu yüzbaşısı. Savaş bakanlığında çalışırken 1894'te Fransız askerî sırlarını Almanya'ya verme iddiasıyla askerî mahkemede yargılandı. Bu suçu işlemediği halde mahkemede suçlu bulundu. Yahudi asıllı olduğu için kamuoyunun geniş bir kesimi de suçlu olduğuna inanıyordu.
Günlük Hayattan 30 Kelimenin kökenleri
Anlamlarının Nereden Geldiğini Öğrenince Şaşıracağınız çok sayıda sözcükten sadece 30 tanesi. Ağzımız veya kalemimizden (klavyemizden) çıkan her bir sözcüğün anlamlarını, kökenlerini, bugünkü anlamlarını kazanana dek geçirmiş olduğu yolculuğu öğrendiğimizde dinlemek ve konuşmak başka bir anlam kazanacaktır.
ENERJİ
Üzerinde duracağımız terimlerin bilinen en eski kaynağı Yunanca. Bu dilde ergos "çalışır, işler durumda, faal, etkin"; ergon "iş, eylem, üzerinde çalışılan iş" demek. Bu kelimeler ile türevleri Hint-Avrupa kök dilinde "yapmak, etmek " anlamına gelen *werg - worg kökünden türüyor. İngilizce work, Fransızca ouvrer, Almanca werk kelimelerinin bu kökle bağı çok açık. Aynı kökten türetilen kelimelerin en yaygını olan enerji (Yunanca energeia) teriminin bileşenleri şöyle: en— öneki, "içinde" + ergos + isim türeten —y soneki. Bire bir anlamıyla "çalışır, işler durumda olan, faal, etkin." Aristoteles'in türettiği bir terim energeia. Onun kullanımına göre, gizilgüç (potential) olmaktan çıkıp gerçeklik kazanan, var olan, edimleşmiş anlamına geliyor; eski deyimle, "kuvveden fiile çıkmış." Bu terim yüzyılların akışı içinde anlam kaymasına uğrayıp Fransızcada "güç kuvvet, canlılık ifadesi" anlamında yorumlanmış; ondokuzuncu yüzyıl başında da bilim diline girmiş; yirminci yüzyıl başlarında da Fransızca üzerinden Türkçeye geçmiş.
PORT, YANİ LİMAN
Spor kelimesi İngilizceden geliyor. Eski İngilizcedeki desporter ile sport aynı anlama gelen kelimelerdi. Bu iki kelime daha sonra ayrışmış. Birincisi, ikincinin eski biçimi. "Taşıma, alıp götürme" anlamı burada da var. Desporter kelimesinin başındaki önek (dis—) "uzağa, başka bir yere" anlamında. Desporter (daha sonra disport) / sport kelimelerinin bire bir anlamı şu: "zihni ciddi şeylerden uzaklaştırıp başka şeylere götüren işler." Fiil olarak kullanıldığında "oyalanmak, hoşça vakit geçirmek, eğlenmek; isim olarak da hoşça vakit geçirmek için yapılan şey demek.
Turunçgiller
Birçok meyvenin, sebzenin ana yurdu Çin'dir. Bu bitkiler batı dünyasında (tabii, bizde de) bilinen adlarını Çincede değil, başka dillerde kazanıyor. Çin'den yola çıkarılan meyveyi sebzeyi ya batıya götürüp tanıtanlar, ya doğudan batıya götüren güzergâh üzerinde bir dağıtım merkezi olan ülke, ya da bitkiyi Çin dışında bir ülkede ilk kez yetiştirenler mührünü basıyor verilen adlara. Portakalın da ana yurdu Çin. Onaltıncı yüzyılda Portekizli tüccarlarca Avrupa'ya getirilmiş. Portakal yetiştiren ilk Avrupa ülkesi Portekiz. Türkiye'ye de bu ülkeden geliyordu. Meyve Portekiz'den geldiği için Türkçede portokali adı verilmiş; Portekiz narenciyesi ya da turuncu yani.
Nomos'tan Namusa
Anlamını daha iyi kavrayabileceğimiz türevleri yine de Yunancadan çıkıyor. Yunanca nomos (kanun, kural, düzen, nizam, yol yordam) nāmūs yazımıyla Arapçaya geçiyor; buradaki anlamı da "kanun, töre". Ama din öğretisi de kelimenin anlamını etkiliyor: Allah'ın kanunu, Musa'ya gönderilen şeriat, yani Tevrat. Aramca nūmūs ya da nīmūs de "töre, kanun, yasa, din" demek. Bu iki dilden birinden geçiyor dilimize. O halde Türkçe —lu ekiyle "nâmuslu", kanunlara uyan, meşru yoldan ayrılmayan; —suz ekiyle "nâmussuz" da, kanuna uymayan, gayrimeşru yola sapan anlamına geliyor.
İki Nobel Ödüllü Marie Curie'nin Dramı
Marie Curie geçirdiği büyük zorlukları yenerek tarihte 2 Nobel Ödülü almış tek kadın. Kaynaklarda verdiğim /2/ nolu kitabın okunması ve Marie Curie'nin gençlerimize örnek olması dileğiyle.
Türkçe dilindeki yabancı kökenli sözcükler
Sözcükler bellekte her biri duyularımızdan en az biri ile ilişkili "zihinsel nesneler" haline gelmiş kavramlarla (bağlandığı) takdirde bir bütünün parçası haline geliyor; yabancı sözcükler bu bağlantıyı kuramıyor.
El, Yüz ve Zihin Temizliği!
Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır.
Zihinsel Virüs No 4- "SANA NE!"
Yarın sabahtan itibaren bu toplumsal ayıplar çevresinde duyarlık yaratmak üzere, tek başımıza ya da gruplar halinde, yaratıcı fikirlere dayalı çözümler üretmeye başlayabilir miyiz?
Zihinsel Virüs No 3- SİYASET, VATANDAŞIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN YAPILIR
Zihinsel kurgu (mind set) içindeki bu virüslerden arınmadan birinci lige geçmek mümkün değildir. Nasıl arınırız? sorusunun yanıtı ise basittir: önce, bunun bir sorun olduğunu içtenlikle kabul ederek.
ZİHİNSEL VİRÜS NO 2: EVET AMA YİNE DE!
Bir toplumsal iyileşme programının ilk ve vazgeçilmez adımı, zihinlerimizin bu virüslerden arındırılması olmalıdır.
ZİHİNSEL VİRÜS NO 1: BAŞKASI YAPMASIN, BEN DE YAPMAM!
Bunun öldürücülüğü, dış kabuğunu saran adalet mesajından geliyor. Ama dış kabuk kaldırılınca altından şu dehşet verici öz çıkıyor:
ZİHİNSEL VİRÜS NO 0: SÖZ KONUSU OLAMAZ!
Bu virüse, hepsinden önemlisi olduğunu belirtmek için de sıfır numarasını verdim. Kısa açıklamasını verince, ne kadar çok yerde işe yarayacağını(!) ve ne kadar başa çıkılmaz güçte olduğunu kolaylıkla değerlendirebileceksiniz.
KAVRAM EVLENDİRME ya da KAVRAMLAR AKADEMİSİ
(Dec 15, 2013), (Apr 19, 2014), (11 Sept, 2014), (Dec 1, 2014)