Kelt dilinden Türkçeye geçen sözcükler
Şu adreste Keltçe ve Türkçede kullanılan 22 sözcük bulunuyor: https://bit.ly/432bxoR
Kelime Hazinesi ve Sorun Çözme Becerisi
okurken bilmediğimiz birçok kelimeyle karşılaşırız. Çoğunluk bilmediği, duymadığı kelimelerin anlamını öğrenmek için sözlüğe bakma ihtiyacını duymaz. Bizim önemli bir eksiğimiz de budur: sözlüğe bakmayı vakit kaybı sayarız. Hem, dil duyarlığı olan bir kimsenin elinin altında bir tek sözlük değil, pek çok sözlük olmalıdır. Kitapsız yaşanmaz, ama sözlüksüz de yaşanmaz.
KARNAVAL
Karnaval"ın ne olduğunu, kelime anlamını bile öğrenme merakı duymayan birileri bizde de carnaval gibi coşkun taşkın bir cümbüş bizde de olsun demiş olsa gerek. Karnaval Eski İtalyanca carnelevare, carnelevale biçimlerinden geliyor: caro "et" (daha eski anlamıyla "et parçası"), levare de "kaldırmak, ortadan kaldırmak, çıkarmak, uzak durmak" demek. Yani eti, et yemeğini sofradan kaldırmak anlamına gelir. Karnaval şenliği de budur zaten. Şenlik bitince "ete elveda" denecektir. Batı hıristiyanlarının (özellikle katoliklerin) bayramıdır karnaval. Bu bayram kırk gün süren büyük perhiz (oruç) günlerinin başlamasından hemen önce kutlanır. Bir "hoşgeldin" sevincidir. Oruç başlayınca hıristiyanlar perhize başlarlar; et yemeklerini, ağır tatlıları sofralarından kaldırır, süt, peynir, tereyağı gibi hayvanî besinleri çok az tüketir, sebze yemekleri yer, lüks sayılan yiyeceklerden, israftan sakınırlar. Bu perhiz günlerinin gerektirdiği sade yaşayış İslam dinindeki ramazan orucuna benzer. Perhiz bitince Paskalya (Diriliş) bayramı başlar. Bu aslında bir bahar kutlamasıdır. Eski çağlardaki bahar ayinlerinin hıristiyanlığa uyarlamasıdır.
Türkçe Sorunları: BİRBİRİNE KARIŞAN, KARIŞTIRILAN İKİ KAVRAM: EĞİTİM İLE ÖĞRETİM
Batı dillerinde education teriminin kökenindeki besleme, terbiye etme, yetiştirme, (buradan da, ideoloji aşılama) anlamı kaybolmuş değil modern kullanımında da. Olumlu bulacağımız bir anlamı da olabiliyor, olumsuz bulacağımız bir anlamı da. Dolayısıyla, terimin bu iki yönü ne sonu gelmez tartışmalara, ne de yanlış uygulamalara yol açıyor o ülkelerde. Kelimenin anlamı kullanıldığı bağlamdan anlaşılabiliyor. İngilizce training, Fransızca entraînment kelimelerini Türkçeye eğitim diye çeviririz, ama bunlar bizim eğitime yüklediğimiz geniş kapsamlı anlama pek uygun düşmez; kastedilen, daha çok, yetenek, iş becerisi, maharet, alışkanlık kazandırma amaçlı uygulamalı işlerdir. Türkçede durum böyle değil. Bizde eğitim, genellikle, bu kelimeyi telaffuz edenin dünya görüşüne, zihnindeki toplum modeline hizmet eden bir faaliyeti akla getirir. Garip olan, Türkçede iki ayrı terim olduğu (hattâ bu terimler mevzuatta da geçtiği) halde, çoğunluğun öğretim ile eğitimin sınırlarını çizmiyor, çizemiyor olmasında. O yüzden, bu iki terimin anlamları iç içe geçirildiği için anlamdaş oldukları izlenimi uyanmış. Ama bir sınır çizmek, neyin kastedildiğini anlayabilmek için karışıklığın önüne geçilmesi bir zorunluk. Öğretim uluslararasıdır, bilimsel bilginin uluslararası ölçütlerine göre yürütülür; oysa eğitim yereldir, ülkeden ülkeye değişir, devletler yönettikleri toplumlar için neyi uygun görürlerse ona göre düzenlerler eğitimi.
ÖDEV, GÖREV, İŞLEV
Türkçede birbirine benzeyen, bir başka deyişle, aralarındaki anlam farkı yeterince bilinmeyen, herhalde özümsenmediği için bilinmeyen birçok kelime çifti var. Bunlardan biri ödev ile görev. Bu iki kelime eşanlamlı sayılamaz, ama eşanlamlı olarak kullanıldığını birçok yerde görüyoruz. Birbirinin yerine geçebilecek kelimeler olsaydı, biri fazlalık olurdu. Aralarında hiçbir farklılık bulunmayan kelimeler dilin sırtında birer yüktür.
ÖLÜLER, ÖLÜM SÖZLERİ
Burada bir de, ölüyü anarken kullanılan terimlerden bahsedeceğim. Merhum / merhume, rahmetli kelimelerinin İslam dinine inanmış kişiler hakkında kullanıldığını çoğunluk bilir. Ama kimilerinin ölmüş Hıristiyanlar, Museviler hakkında da kullandıklarını görüyoruz. Bu kelimelerin yerleşik kullanımına göre, yanlıştır bu. Peki, kullananlar acaba onların da Allah'ın rahmetine layık olduğuna inanarak mı kullanıyorlar, yoksa bu kuralı bilmedikleri için mi, bilmek zor. Şunu hatırlatmak gerekir onlara: Türkçede böyle bir kural olması din ayrımcılığına yorulamaz; bir dil içi görenektir sadece. Kaldı ki, bu kelimeler ölen kişinin dindar bir müslüman olduğunu göstermez. İnançlı biri olmasa da, müslüman bir ailede ya da çevrede yetişmiş olması yeterlidir.
RÛM, RÛMÎ, RÛMELİ
Öte yandan, Rûm, Rûmî kelimelerinin Müslümanları da içine alması son derecede dikkate değer. Mevlana Celaleddin-i Rûmî, bire bir anlamıyla Romalı Celaleddin, ama kavramsal anlamıyla Anadolulu Celaleddin demek. Celaleddin bugün Afganistan sınırları içindeki Belh şehrinden Anadolu'ya göç etmiş, Konya'ya yerleşmişti. Ömrünü Anadolu’da geçirdiği için "Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî”, müderrisliği dolayısıyla da Molla-yı Rûm” gibi unvanlarla da anılır. Demek ki, Anadolu'ya geldiği on üçüncü yüzyılın ilk yarısında Rûmluğun Romalılıkla bağı kopmuştu. ........... Istanbullular Istanbul'un iki yakası için yakın bir geçmişe kadar Anadolu yakası, Rumeli yakası derlerdi. Bir süredir, ne yazık ki, Rumeli yakası yerine Avrupa yakası denmeye başladı. Buna göre, öbür yakası için de Asya yakası denmesi beklenirdi. Ama hayır, Anadolu yakası deniyor. Neden acaba diye düşünmek gerekir. Birileri Asya geri bir yer, neden Asyalı olalım, oysa Avrupa ileri diye düşünmüş olsa gerek. Yer adlarıyla oynama geçiştirilecek bir şey değil. Bana sorarsanız, bu ülke insanlarının bir bölümüne özgü bir aşağılık duygusu bu!
SÜRTÜK
Bu cinsel yönelimin pek çok dildeki karşılığı aynı; küçük yazım farklılıklarıyla lesbian, lesbienne, Lesbe vb. Türkçede de lezbiyen. Lezbiyen kelime anlamıyla Lesboslu demek. Lesbos Türkçe adı Midilli olan Ege adası. Midilli, Lesbos'un merkezi durumundaki en önemli köyü ya da beldesi. Eski Yunan lirik şiirinin büyük temsilcisi kadın şair Sappho'nun (İÖ. 600 dolayları) yaşadığı ada burası. Şiirleri Türkçeye de çevrilen Sappho'nun şiirlerinde bu konuyu işlediğini biliyoruz. Kolayca bayağılığa kaçabilecek tehlikeli bir konuyu büyük bir içtenlikle işlemesiyle büyük hayranlık uyandırmış, ünü günümüze kadar gelmiştir. Yunan kaynaklarında şiir, musıki, dans gibi güzel sanatların esin perileri olan dokuz Musa'ya göndermeyle "Onuncu Musa" olarak anılır Sappho.
DİL ÖĞRETİMİNDE ETİMOLOJİ BİLGİSİNİN YARARLARI
Bir dile sadece "saydam" kelimeler değil, "mat", "sisli", "bulanık" kelimeler de gereklidir. O dilin bir kültür dili olarak gelişmesi, yani bilimde, sanatta, felsefede kullanılabilmesi, duyguların ve düşüncelerin zengin bir biçimde dile getirilebilmesi için böyle kelimelere de ihtiyacı vardır. Almancanın felsefe dili olarak zengin bir dil olması soyut / soyutlaşmış kavramlarının zenginliğiyle ilgilidir. Köken. bilgisini, yani saydamlığı mutlaklaştırmakla Nurullah Ataç'ın yanılgısına düşmüş oluruz. Bu bakımdan, dildeki her kelimenin köken bilgisi dili kullananlar için mutlaka gerekli değildir. Bazı kelimelerin başlı başına bir birim olarak öğrenilmesi yeterli olabilir. Ayrıca, her dilin belli bir soyutlama düzeyine ihtiyacı vardır. Buna göre, ancak çok verimli olan köklerin, saydamlığını yitirmemiş kelimeler üretebilen köklerin öğretilmesi doğru olur.
POLİS, POLİ, POL, BOLU
Polis kelimesinin "şehir" anlamına geldiğini herkes bilir, Yunancadan geldiğini de. Eski Yunan şehir devletlerine polis deniyordu (çoğulu poleis). İlk Çağda yüzlerce polis vardı. Bu şehirler bir akropolis ya da liman gibi bir müstahkem mevki üzerinde olarak inşa edilip o merkez çevresindeki toprak parçasını içine alan yerleşim birimleriydi. Polis bir kavram olarak hem bir yönetim örgütünü, hem de şehirde yaşayan yurttaşlar topluluğunu temsil ediyordu. Yunanca politikos da hem şehri, yurttaşları, hem de devleti, yönetimi, kamu hayatını nitelendiren bir sıfattı; polites ise yurttaş demekti. Yunanca polys bileşeninin bir de batı dillerinde bir önek gibi birçok kelimenin önünde yer aldığı, "çokluk" bildiren anlamı var. Aradaki bağlantı açık: şehir, çok sayıda insanın yaşadığı yer. Bu kullanımı için bir iki örnek yeterli olur:
ÜNİVERSİTE NE DEMEK?
Bu yeni düzende kurulan üniversitelerin pek azının üniversite sayılabileceği şüphesizdir. 1980 sonrasında Istanbul'da kurulan Marmara Üniversitesinin rektörü olan profesörün bir televizyon programında adeta övünerek, "Biz kitle eğitimi veriyoruz" demesi gerçekten çok acıdır. O yıllarda üniversitelerden beklenen şeyin aslında ne olduğu bundan daha özlü bir biçimde anlatılamazdı! "Kitleyi eğitmek" bir yana, üniversite denen kurumun ödevi "vatanına, milletine, devletine hizmet edecek insanlar" yetiştirmek de değildir. En yüksek seviyede bilimsel bilgi üretmektir asıl amacı. Hiçbir üniversite bilimin dünyada eriştiği seviyenin altında kalmayı içine sindiremez, sindirememeli. Sindirememeli ki, geride kaldığını hisseden üniversiteler eksiklerini giderme yolunda bir atılım gösterebilsinler. Üniversitenin güzide (élite) bir kurum olduğunu bilmek gerekiyor her şeyden önce. Şöyle denmeli: bir fildişi kuledir üniversite! Orada sadece bilim için de yaşanmaz. Gençlerin tam bir özgürlük içinde kişiliklerini geliştirecekleri, bireysel yeteneklerini fark edecekleri, kültür, görgü edinecekleri, düşünen, entelektüel insanlar olarak yetişecekleri, toplumdaki hiçbir çevreyle karşılaştırılamayacak olan çok özel bir ortamdır üniversite.
ETİMOLOJİ NE İŞE YARAR?
Söz dağarcığını genişletmek, şüphesiz okumakla olur; yabancı dilde de, anadilinde de. Ama bu, özellikle yabancı dil öğreniminde çok uzun zaman geçmesini gerektirir. Daha doğrusu, kelime öğrenimi ömür boyunca sürer. Anadilimizde bile anlamını bilmediğimiz nice kelime vardır. “Bol bol okuyun!” tavsiyesi ilk çare değil. Sonraki çare olmalı. Söz dağarcığını genişletmenin bol bol okumaktan çok daha önce tutulması gereken yolu kökenbilgisine önem vermektir. Bu yol çok daha verimlidir; kısa vadede meyve verir. Öğrenciye dilin sözdizimi belletilirken köken bilgisi temelinde kelime öğretimi de verilmeli, yabancı dilde okuma alışkanlığı bu temele oturtulmalı; bu iki öğrenme biçimi paralel olarak yürütülmeli. Etimoloji bilgisi üzerine oturtulmuş bir okuma alışkanlığı çok daha verimli olur.
ÇARPICI ETİMOLOJİLER
Kelimenin bu ilk tanımındaki "boş zaman" öğesi çok değerli. Bir şey öğrenebilmek için boş zaman gerekiyor. Eski Yunan'da, Roma'da çocuğunu okula gönderebilmek sadece boş vakti olan sınıfların altından kalkabileceği bir şeydi. "Söyleşi, tartışma" da katılanların mutlaka bir şey öğrenmesi, birtakım bilgiler kazanması amacı güden, sonunda belli bir fayda elde edilmesi beklenen bir faaliyet değil, boş vakti doldurmaya yarayan bir faaliyetti. "Boş zaman" gibi, tartışmadan mutlaka pratik fayda beklenmemesi de gerek bilimsel çalışmanın ne olduğuna, gerekse modern eğitim-öğretim ilkelerine ışık tutabilecek can alıcı bir özellik.
BASAMAKLAR, MERDİVENLER
Kelimeler dünyasındaki bu gezintilerin en önemli hedefi birbiriyle bağlantısını pek göremediğimiz kelimeler arasındaki ortak anlam damarına dikkati çekmek. Aşağıdaki kelimelerin hepsinde basamak, merdiven, tırmanma, yukarı çıkma, yükselme fikri var. Hepsi Latince scandere fiilinden türüyor; Latince fiil de Hind-Avrupa kök dilindeki *skand- / skend mastarından, o da tırmanma, sıçrama demek. Aşağıdaki kelimelerin yazımlarındaki —sca—, —ska—, — sce— , —che— sesleri ele veriyor bu anlamı.
İBADET YERLERİ
Bütün bu ibadet yerleri aynı anlama geliyor: toplanma yeri. Bu durum adı geçen inançlarda toplanma ediminin, toplanma yerinin önemine işaret ediyor. Bütün bu dinler "cemaat" kavramını ön sırada tutuyor. Ama bunun tersini de düşünelim. Bütün bu dinler "bireylik" fikrine sırt çeviriyor. Bireyliğin cemaat içinde, cemaat ruhu içinde eritilmesini istiyor.
RAKAM BİLDİREN ÖNEKLER
Türkçe rakam bildiren önekli pek çok kelime almıştır yabancı dillerden. Bunların büyük bir bölümü herkesin aşina olduğu kelimelerdir. Ama kimi kelimelerin genel anlamını bilsek bile taşıdığı öneke anlam vermekte zorlanabiliriz. Önekin nitelendirdiği ismin anlamını bilmediğimiz kelimelerde de, önekin işlevini açıkça kavrayamayabiliriz. Burada bu türden önekli kelimelere dikkati çekeceğim.
AKINTILAR, AKIMLAR
Ritim / Ritm. Batı dillerindeki rhythm, rythme (ritim) kelimesi ile rhyme, rimer, rime (kafiye, uyak) kelimeleri köken bilgisi bakımından aynı Yunanca kelimedir. Kastedilen şey "ölçülü, tartılı akış; hareketin tekrarlanması". Her iki kelime de Yunanca rhein, "akmak" mastarından çıkıyor. Yunanca rhythmos nerdeyse hiçbir yazım değişikliğine uğramadan "şiirde yinelenen vurgular" anlamıyla Latinceye geçmiş. Orta Çağ Latincesinde sözleri vurgulu şiirler çoğu kez kafiyeli, dolayısıyla ritmik şiirlerdi. Dolayısıyla Latince rhyme (kafiye) "ritim"in etkisiyle anlamını kazandı. Bu iki kelimenin ayrışmasının yazımlarına yansıması çok daha sonradır.
ESOTERIC, BÂTINÎ, İÇREK
Pythagoras ders anlatırken bir perdenin arkasında dururdu. Derslerini dinlemelerine izin verilen ama yüzünü görmelerine izin verilmeyenler perdenin önünde otururlardı. Üstadın yüzünü göremeyenler exoterikos, yüzünü görebilenler ise esoterikos öğrencilerdi. Böylece esoteric —Latince yazımıyla— yalnızca "içerdekilere özgü, dolayısıyla gizli" anlamına gelmeye başladı.
OPERALAR
Operatör. Bu kelime ilkin Fransızcadaki anlamıyla, yani cerrah anlamıyla Türkçeye girdi. Lüzumsuz bir alıntıydı, çünkü yerleşik bir karşılığı vardı. Büyük ihtimalle "operatör"ün "cerrah"tan daha önemli(!) bir kişi olduğu izlenimini uyandırmak isteyenlerin tıp diline soktuğu bir kelimeydi. Çok şükür, "cerrah"ı öldüremedi, onun gölgesinde kaldı. Yine de muayenehane levhalarında "operatör doktor" tamlamasını kullananlar var. Hem operatörün cerrahtan daha fiyakalı bir sıfat olduğu izlenimi uyandırılıyor, hem de halkın bunu anlamayabileceği olasılığına karşı tedbir alınarak "doktor" unvanı ekleniyor! Operatör zaten hekim ise ikinci kelimenin ne anlamı var? Düpedüz "cerrah doktor" anlamını veren bu unvanın kullanıldığı bir dil var mı! Bugün Fransızcada chirurgien deniyor cerraha. Opération gibi opérateur da eskimiş, artık kullanılmıyor.
AYAK
Türkçe, Hind-Avrupa dilleri diye sınıflandırılan ailenin bir üyesi değil. Ama bu ailenin üyesi sayılan dillerden çok sayıda kelime almıştır. Bunlardan batı Avrupa dillerinden gelenleri tanımak kolay. Ama Farsçadan gelenlerin pek çoğunu tanımak hiç de kolay değil. Burada kastettiklerim çok köklü kelimeler. Sözgelimi, peynir, pencere, merdiven, gül (çiçek adı) gibi kelimelerin Farsça olduğu aklımıza bile gelmez.
DİASPORA
Diaspora İbranca sürülme, sürgüne gönderme, tehcir anlamına gelen galuth (ya da galot, golah, galut) kelimesinin Yunanca çevirisi. Kelimenin buradaki anlamı Yahudilerin Babil'den sürülmesinden sonra dünyanın dört bir yanına dağılması. Avrupa dillerinde ondokuzuncu yüzyılda Filistin dışındaki ülkelere dağılmış olan Yahudiler, ya da Yahudilerin Filistin dışında yaşadıkları ülkeler anlamında kullanılmaya başlıyor.
URBA
Urba kelimesi şehirde doğmuş bir kelime; ama köy-kır diline girdiği için olacak ki, şehirli ağzına yakıştırılamamış. Bu yüzden, bir süre sonra aynı kelimenin Fransızcası alınıp rob / rop yazımıyla şehirli ağzına uygun bir kelime elde edilmiş! Rob'u yine Fransızcadan aldığımız ropdoşambr (robe de chambre) kelimesinde de görürüz. Gardrop'ta (garde robe) da var aynı kelime.
YERSİZ YURTSUZ BİR MİLLET: ÇİNGENELER
1971'de toplanan Dünya Romanlar Kongresinde Roman halkı için kullanılan, gypsy ve benzeri bütün yabancı kelimelerin reddedilmesi oy birliğiyle kararlaştırılmıştır. Türkçede de, hiç olmazsa resmî bir bağlamda kullanıldığında, "Roman" kelimesi tercih ediliyor şimdilerde. "Çingene" kelimesinin olumsuz anlamları olduğunu biliyoruz. Ne var ki, "Çingene" olmak bir suçmuş gibi, "Roman" kelimesini onun yerine bir "yumuşatıcı" olarak kullanılmasından da sakınmak gerekmez mi? Bu kadar eski bir kelimeyi lanetleyip yasaklamaktansa onu olumsuz anlamlarından arındırıp tamamıyla nesnel bir terim olarak kullanmayı deneyemez miyiz?
ROMAN
Romanslar var olan dünyayı değil, olması özlenen, idealleştirilmiş bir dünyayı yansıtır. Gerçekçilikten tamamıyla yoksun bir edebiyattır. Olaylar arasında nedensellik bağı yoktur. Hikâyenin ne zaman geçtiği belli değildir; belirsizdir zaman. Mekân da siliktir; olayların nerede geçtiğini gözümüzde canlandıramayız. Bu tozpembe edebiyat Aydınlanma çağında tutunamazdı. Romana gelince, bu tür her şeyden önce gerçekçilik, inandırıcılık üstüne kuruludur. Roman, bir anti-romance olarak nitelendirilir; yani romansın tersidir, romans olmayan bir edebiyat türüdür. Roman kişileri olağanüstü niteliklerle donanmış insanlar değildir; tanıdık, bildik kişilere benzer, bizler gibi bireylerdir. Hikâye iç içe örülü, bir bütünlük gösteren olaylara, yani bir olay örgüsüne dayanır. Olaylar arasında nedensellik bağı vardır. Hikâye belirli bir zaman diliminde geçer. Tarihî, maddi, somut zamandır bu. Mekân ayrıntılı bir biçimde tasvir edilir. Zaman da, mekân da olay örgüsünün ayrılmaz bir parçasıdır.
"TARİH"İN ÇİFTE ANLAMI
"Geçmişte olup bitenlerin anlatılması, nakledilmesi, hikâye edilmesi, tasvir, hikâye, masal" demek. Latince de Yunancadan almış. Yunanca historia'nın anlamı biraz daha geniş: "öğrenme, soruşturma, araştırma yoluyla elde edilen bilgi; bir kimsenin araştırıp soruşturmalarının anlatımı, hikâye edilmesi; anlatı, hikâye, kayıt, geçmişteki olayların anlatımı". Yunanca historein "tanıklık, bilme, anlatma, nakletme, arayıp bulma, soruşturma"; histor da "öğrenmiş olan, bilen, bilgili, tanık, görgü tanığı " demek. Hepsi Hint-Avrupa kök dilindeki *wid anlam birimine dayanıyor; bu da "görmek, bilmek" demek.
YUNANCA "DOXA"DAN LATİNCE "DOCTOR"A
Ortho bileşenli iki terim daha var Türkçede. Biri, ortopedi, ortopedist. Yunanca paed / ped çocuk, Latince ped ise "ayak" demek, bu iki birim birbiriyle ilintili. Kelime olarak "doğru, düzgün çocuk" anlamına geliyor. Tıbbın bu dalı çocuklardaki vücut biçimsizliklerini, özellikle kemik yapılarındaki bozuklukları düzeltme işlemleriyle uğraşır. Daha kapsamlı anlamıyla, kemikler, eklemler, kaslar, kirişler, sinirler gibi vücut hareketini sağlayan organların bozukluklarını düzelten, tedavi eden cerrahi koludur. Öbür kelime ortodonti, ortodontist, o da "düzgün dişler" anlamında. Diş hekimliğinin dişleri çenenin üstüne estetik ve görev bakımlarından düzenli bir biçimde yerleştirmekle uğraşan kolu.
KORO, BALE, HORON
Bale sanatı anlamındaki bale kelimesi batı Avrupa dillerinde ballet imlasıyla yazılır. Kadın dansçıya balerin, erkek dansçıya bale dansçısı denir, terimin eril biçimi yoktur. Ne var ki, Türkçe sözlüklerde "balet" diye bir kelime görürüz. Erkek dansçı diye tanımlanmış. TDK Güncel Sözlük'te kelimenin Fransızcadan, Kubbealtı Lügati'nde ise İngilizceden alındığı yazılmış. Bu iki dilde de, başka batı Avrupa dillerinde de böyle bir kelime yok. Vahim bir hata! Bu kadar ciddi bir yanlış nasıl girer sözlüklere, anlaşılır şey değil. Aynı hata Millî Eğitim Bakanlığının 1995'te yayımladığı dört ciltlik Örnekleriyle Türkçe Sözlük ile Ali Püsküllüoğlu'nun hazırladığı Arkadaş Türkçe Sözlük'te (8. bası, 2004) de var. Ama TDK'nin 1969'da yayımladığı Türkçe Sözlük' te "balet" yok. Bu anlam herhalde 1990'larda zuhur etmiş. Birileri kelimenin sonundaki, sesletilmeyen /t/ harfini eril takı sanmış herhalde!
FRENGİ
Sifilis hastalığının kaynağı tartışmalı. Hastalığın Amerikalılar daha Avrupalılarla temas etmeden Amerika kıtasında görüldüğü sanılıyor. Buna göre, Kristof Kolomb'un (1451 - 1506) dönüşünde, mürettebatındaki denizcilerce Avrupa'ya bulaştırılmış olabilir.
FRANKLAR, FRENKLER
Asıl çarpıcı olan, Fransa, Fransız kelimelerinin yanı sıra eski bir topluluğun etnik adından pek çok kelime türetilmiş olmasıdır. Eski İngilizcede franc, franca "özgür, soylu kişi" anlamına geliyordu. Sanki Franklar Gallileri, Keltleri yenip egemenlikleri altına aldıkları zaman bu ülkenin "özgür" insanlarının kendileri olduğunu ilan etmişler gibi! Frankların egemenliğindeki Galya'da yalnız Franklar özgürdüler.
LOJİ'LER
Logos bir bileşen olarak bilim ya da bilgi dallarının adlandırılmasına yarıyor: sosyoloji, psikoloji, müzikoloji gibi... Bu ve benzeri bilim dallarının adları Türkçeleştirilirken "—bilim, ya da bilimi" kelimesi ekleniyor: toplumbilimi, ruhbilimi, müzikbilimi...
TUZ
Bir şeyin adını bu şekilde değiştirmek onu aşağılamak demektir. Yine de diyebilirsiniz ki, salatalık derken bu lezzetli, salatada onsuz edilemeyen sebzeden özür dilemek istemişiz. Belki. Özür dilemenin ötesinde, bu sebzeyi yücelten de var. Sadece bir gurme olmayan, yeme içme konularını işleyişini edebiyat seviyesine yükselten Refik Halit Karay salatalığı bakın nasıl yüceltiyor: "Terlemesini en güzel bilen ve kendisine iyi yakıştıran bu sebze biçimindeki acayip meyva! Salatalıklar ne tuhaftır ki ancak kabukla çıplakken terlerler. Soyunan hiçbir ten, onun kadar nefis, nazik bir rayiha veremez."
ENTELEKTÜEL
Fransızca intellectuel kelimesine gelince, Dreyfus davasından çıkıyor. Fransızcadan İngilizceye, Almancaya geçiyor. Sözün burasında bu davayı ayrıntılarıyla hatırlatmak zorundayım. Alfred Dreyfus Yahudi asıllı bir Fransız topçu yüzbaşısı. Savaş bakanlığında çalışırken 1894'te Fransız askerî sırlarını Almanya'ya verme iddiasıyla askerî mahkemede yargılandı. Bu suçu işlemediği halde mahkemede suçlu bulundu. Yahudi asıllı olduğu için kamuoyunun geniş bir kesimi de suçlu olduğuna inanıyordu.
ENERJİ
Üzerinde duracağımız terimlerin bilinen en eski kaynağı Yunanca. Bu dilde ergos "çalışır, işler durumda, faal, etkin"; ergon "iş, eylem, üzerinde çalışılan iş" demek. Bu kelimeler ile türevleri Hint-Avrupa kök dilinde "yapmak, etmek " anlamına gelen *werg - worg kökünden türüyor. İngilizce work, Fransızca ouvrer, Almanca werk kelimelerinin bu kökle bağı çok açık. Aynı kökten türetilen kelimelerin en yaygını olan enerji (Yunanca energeia) teriminin bileşenleri şöyle: en— öneki, "içinde" + ergos + isim türeten —y soneki. Bire bir anlamıyla "çalışır, işler durumda olan, faal, etkin." Aristoteles'in türettiği bir terim energeia. Onun kullanımına göre, gizilgüç (potential) olmaktan çıkıp gerçeklik kazanan, var olan, edimleşmiş anlamına geliyor; eski deyimle, "kuvveden fiile çıkmış." Bu terim yüzyılların akışı içinde anlam kaymasına uğrayıp Fransızcada "güç kuvvet, canlılık ifadesi" anlamında yorumlanmış; ondokuzuncu yüzyıl başında da bilim diline girmiş; yirminci yüzyıl başlarında da Fransızca üzerinden Türkçeye geçmiş.
PORT, YANİ LİMAN
Spor kelimesi İngilizceden geliyor. Eski İngilizcedeki desporter ile sport aynı anlama gelen kelimelerdi. Bu iki kelime daha sonra ayrışmış. Birincisi, ikincinin eski biçimi. "Taşıma, alıp götürme" anlamı burada da var. Desporter kelimesinin başındaki önek (dis—) "uzağa, başka bir yere" anlamında. Desporter (daha sonra disport) / sport kelimelerinin bire bir anlamı şu: "zihni ciddi şeylerden uzaklaştırıp başka şeylere götüren işler." Fiil olarak kullanıldığında "oyalanmak, hoşça vakit geçirmek, eğlenmek; isim olarak da hoşça vakit geçirmek için yapılan şey demek.
Turunçgiller
Birçok meyvenin, sebzenin ana yurdu Çin'dir. Bu bitkiler batı dünyasında (tabii, bizde de) bilinen adlarını Çincede değil, başka dillerde kazanıyor. Çin'den yola çıkarılan meyveyi sebzeyi ya batıya götürüp tanıtanlar, ya doğudan batıya götüren güzergâh üzerinde bir dağıtım merkezi olan ülke, ya da bitkiyi Çin dışında bir ülkede ilk kez yetiştirenler mührünü basıyor verilen adlara. Portakalın da ana yurdu Çin. Onaltıncı yüzyılda Portekizli tüccarlarca Avrupa'ya getirilmiş. Portakal yetiştiren ilk Avrupa ülkesi Portekiz. Türkiye'ye de bu ülkeden geliyordu. Meyve Portekiz'den geldiği için Türkçede portokali adı verilmiş; Portekiz narenciyesi ya da turuncu yani.
Nomos'tan Namusa
Anlamını daha iyi kavrayabileceğimiz türevleri yine de Yunancadan çıkıyor. Yunanca nomos (kanun, kural, düzen, nizam, yol yordam) nāmūs yazımıyla Arapçaya geçiyor; buradaki anlamı da "kanun, töre". Ama din öğretisi de kelimenin anlamını etkiliyor: Allah'ın kanunu, Musa'ya gönderilen şeriat, yani Tevrat. Aramca nūmūs ya da nīmūs de "töre, kanun, yasa, din" demek. Bu iki dilden birinden geçiyor dilimize. O halde Türkçe —lu ekiyle "nâmuslu", kanunlara uyan, meşru yoldan ayrılmayan; —suz ekiyle "nâmussuz" da, kanuna uymayan, gayrimeşru yola sapan anlamına geliyor.
Ev
"Ekonomi"nin Yunancadaki ilk anlamı "ev idaresi, tutumluluk". Türkçesi, Arapça kökenli iktisat. İktisat kelimesinde de aynı anlam var: tasarruf, geliri gideri idareli bir şekilde kullanma, tutum. Tutumlu olana eskiden, çok değil elli yıl önce "muktesit, iktisatlı" denirdi. "Ev idaresi, tutumluluk" anlamı "bir toplumun servetinin, mali kaynaklarının idaresi"ne dönüşünce modern anlamı çıkıyor ortaya. Bu anlamın ortaya çıkması onyedinci yüzyıl ortalarını buluyor. Yeni bir bilim ekonomi. Bu bilimin babası olan İskoç Adam Smith onsekizinci yüzyılda yaşadı. Milletlerin Zenginliği (Wealth of Nations) adlı baş eseri 1776'da yayımlandı.
Fil
Bibliyofili kelimesine benzer bir kelime vardır: bibliyomani. Bu kelime de TDK'nin Güncel Türkçe Sözlük'üne girmiş. Bibliyofili ile bibliyomani zaman zaman eşanlamlı olarak kullanılıyor olsa da, eşanlamlı sayılmamalı. Mani kelimesinden de anlaşılabileceği gibi, ikincisinde kitap koleksiyonculuğu bir hastalık haline gelmiş demektir. Böyle koleksiyoncularda kitap toplama tutkusu, daha doğrusu hırsı, kendi sağlıklarını tehlikeye düşürebilecek, dostluk, arkadaşlık bağlarını sürdürmelerine engel olabilecek bir saplantı derecesindedir. Şemsettin Sami Kamûs-ı Fransevî'de "bibliomane" kelimesini de "Kütüb-i nâdire cem’i meraklısı, kitap budalası, kitap sevdalısı," diye tanımlamış. Bu "mani" durumu için eski Türkçede yakıştırılan bir söz var: mecânîn-i kütüb, yani kitapların mecnunu. Muhibb-i kütüb" (yahut muhibbân-ı kütüb") de, "mecânîn-i kütüb" de hoş, bir mizah tadı da taşıyan sözler.
Kültür Nedir?
Son olarak, "kültür"ün en önemli, en tartışmalı anlamı üzerinde duralım. Bu terime Türkçede yirminci yüzyıl başlarında bir karşılık bulunmuş: hars. Kelimeyi bu yönde işleyen yazar Ziya Gökalp. Kelimeye sıfat takısı da koyuyor, harsî diyor. Gökalpçi terminolojide "hars"ın özel bir anlamı var. Bilindiği gibi, Gökalp "medeniyet" ile "hars" arasında bir ayrım gözetir. Şöyle der Türkçülüğün Esasları'nda: "Hars millî olduğu halde, medeniyet beynelmileldir." Kültür ile medeniyeti kesin çizgilerle ayırt etmiş olması çokça tartışılmıştır. Bu ayrımın zayıf tarafı medeniyet ile kültür arasındaki etkileşimin gözardı edilmesinde. İkisinin de değişmez, donmuş varlıklar olarak görülmesi başka bir zayıflığı.
CIVILISATION, MEDENİYET, UYGARLIK
1760'larda Fransızcada kullanıma girmiş. Bu dilde ilkin 1756'da görünmüş. Bu yepyeni terimin ilk anlamı pek de açık değil. Hiç şüphesiz, ilk anlamı "kültürde, teknolojide yüksek bir seviyeye erişmiş olma durumu" değildi. Civilité, "civil olma durumu" demek civilisation. Peki bu ne demek? Yapısında iki birim var: Fransızca cité ile Latince civis. Bir şehirde yerleşip oralıların hemşehrisi olmak ile bir ülkenin, devletin (şehir devletinin) yurttaşı —herhalde iyi bir yurttaşı, dolayısıyla iyi ahlaklı insanı— olma durumu birleşiyor. Şehirde yerleşmiş olmak da, hem göçebelikten kurtulmuş olmayı, hem de modern anlamıyla "şehirli, büyük şehirli, taşralı olmayan" (urban) kavramının dile getirdiği daha gelişkin bir insanı çağrıştırıyor. Bir de, bir yüzyıl öncesinden beri nezaket, görgü anlamında kullanılıyor. Buralardan filizleniyor olmalı.
Bozbulanık İki Kelime: Ansiklopedi, Sempozyum
Nurullah Ataç ülke aydınlarının Eski Yunanca - Latince öğrenmelerini isterdi. Bu görüşünden ömrü boyunca vazgeçmedi. Bu ülke doğu uygarlığından batı uygarlığına geçmişti. Batı uygarlığının temeli batı dilleriydi; batı dilleri de Yunanca ile Latinceye dayanıyordu. Aydınlarımız arasında batı dillerini su gibi bilenler vardı var olmasına, ama batının kavramlarını bir batılı gibi anlayamıyorlardı. Fransızcayı, İngilizceyi, Almancayı bu dillerin söz dağarcığının kaynaklarını, kökenini bilmeden öğrendikleri için batının kavramlarını özümseyemiyorlar, ister istemez yarım yamalak öğrenmiş oluyorlardı. Ataç'ın aydınlarımızın asıl anlamını bilmediklerinden yakındığı terimlerden biri de "ansiklopedi"ydi. Bu kelimenin ne demek olduğunu bilmelerini isterdi aydınların.
Latinceden Türkçeye Yansıyanlardan II
Öjeniks bazı insanlarla bazı grupları üstün, bazılarını da aşağı sayan, insanlığın kalıtım yapısını "iyileştirmek" üzere başlatılan sözde bilimsel uygulamaların adı. Terim, iki Yunanca birimden kurulu. Bu uygulamanın geçmişi Eski Yunan'a kadar geriye uzanıyorsa da, kurama duyulan ilgi asıl ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşıyor; bu görüş, birçok Avrupa ülkesinin yanı sıra ABD'de, Kanada'da, Avustralya'da uygulamaya sokuluyor. Modern öjeniks, "bilimsel ırkçılık"la bağdaştırılan bir uygulama. Bu uygulamada, daha sağlıklı kuşaklar, daha üstün toplumlar yaratmak amacıyla kalıtım özellikleri, bu arada zekâ katsayısı (IQ değerleri) birbirlerine uygun kişilerin evlendirilmesi özendirilir; zekâ özürlüler, görme, işitme engelli kişiler ise kısırlaştırılır. Bu politikanın İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi Almanya'sının da ilgi alanına girmesi olağandı. O yıllarda bu politika Nazi Almanya'sıyla özdeşleştirildi. Nazi kamplarında toplanan yahudiler, çingeneler, eşcinseller, sakatlar, ruh ya da beden sağlığı yerinde görülmeyenler Alman ulusunun sağlığını bozabilecek unsurlar sayıldı. Savaştan sonra, insan haklarının yeniden önem kazanmasıyla bu politika birçok ülkede terk edildi.
Dilde Bildirişimin Kopması Üstüne Bazı Notlar
Ben de yıllar önce yayımlanmış olan bu makaleden esinlenerek, yazarın kurduğu bağlantıyı, daha doğrusu dikkati çektiği bağlantısızlığı başka bir yönden ele alacağım. Benim kurduğum ilişkide merkez değişmiyor: yeni kelimeler türeten dilciler, kurumlar "merkez"de bulunuyor, "çevre" ise söz konusu kelimeleri türetmeyen ama kullanan herkes. "Herkes" kelimesi hem o kelimeleri yazı dilinde kullananları, hem de yazmayanları, yani onları kullanarak konuşan insanları kapsıyor. Merkezden türetilen yeni kelimelerin birçoğu, Selahattin Hilav'ın gözlemlediği gibi, amaçlanandan hayli farklı anlamlara çekiliyor, bu yüzden de gerek yazı, gerekse konuşma dilinde meramı zora sokuyor, bildirişim (communication) kopukluklarına yol açıyor. Sözlükler de birçok kelimenin ne anlama geldiğini açık seçik bir biçimde veremiyor.
Aristokrat
Artık sadede gelelim. Türkiye'de hiçbir zaman aristokrat olmadı. Ondokuzuncu yüzyılda aristokrasi karşılığında "zadegân" kelimesi kullanılmış Türkçede. Yersiz bir türetme. Türkiye'de olmayan bir şey için kelime türetilmesi anlamsız. Oysa asîl öyle değil; öteden beri kullanılıyor Türkçede, ama "aristokrat" karşılığında değil; "sağlam, köklü, terbiyeli, edepli kişi" anlamında. Buna bağlı olarak, "asilzade", köklü, temiz, görgülü bir ailenin çocuğu demek. "Asil"in Türkçesi olan "soylu" da "aristokrat"ı akla getirmez. Bir de, başkasının vekili olarak değil de kendi adına hareket eden" anlamı var, "asil üye" sözünde olduğu gibi. "Necîb" de, soyu sopu temiz anlamına geliyor.
Despot, Tiran, Diktatör
Eski Roma'da ancak ordu içinde kargaşa, ülkede iç karışıklık gibi bunalımlarda başvurulan bir olağanüstü hal uygulamasıydı diktatörlük. Diktatörlüğün devleti tehdit eden bir güç haline gelmesini önlemek için, diktatör olarak atanan kişinin yetkilerini sınırlandıran sıkı kurallar konmuştu. Diktatörün görev süresi altı aydı. Ayrıca, yetkisini ancak öngörülen sınırlar içinde kullanabilirdi. Görev süresinin sonunda da çekilmek zorundaydı.
Felsefeden Safsataya, Sufiden Sofuya
Istanbul'u fetheden müslüman Türkler 1453'te Aya Sofya'yı camiye çevirirken neden bu kilisenin adını değiştirmek ihtiyacını duymadılar diye sorulabilir. Bu sorunun cevabı açık. Osmanlıların kendilerinden önceki uygarlıklar, kültürler hakkında hiçbir kompleksleri yoktu. Kendi sistemlerini kurarlarken bütün bir Akdeniz geleneklerinden, uygulamalarından faydalanmışlardır. Birçok tarihçi Osmanlı imparatorluğunun Roma imparatorluğunun mirasçısı olduğunu söyler, yazar. Şunu da belirtmek gerek: Aya Sofya mimarisiyle eşi benzeri bulunmayan bir yapı olarak da Osmanlıların hayranlığını kazanmıştı; özellikle Osmanlı mimarlarının. Dolayısıyla Aya Sofya'ya büyük bir saygı duyuluyordu. Bu saygının bir sonucu olarak da bu şaheseri restorasyonlarla koruyup günümüze ulaştırdılar.
Efendi
Efendi sadece İngilizceye değil, Arapçaya da Türkçeden geçmiştir. Kelimenin kökenini bilmeyenler Yunancadan gelmiş olabileceğini tahmin edemezler demiştim. Nitekim, birçok kimseye, "Efendi kelimesi hangi dildendir?" diye sorduğumda hepsi de "herhalde Arapçadır" demişlerdir. Kelimenin çok köklü bir anlamı olduğunu düşünerek bu cevabı vermişlerdi. Arapçada kullanılan her kelimenin Arapça kökenli olamayacağı açıktır. Konuyu iyice incelememiş yabancılar da aynı yanılgıya düşebiliyorlar.
Latinceden Türkçeye Yansıyanlardan
RÉG- L (Fransızcadan, régle): düzen, düzenli. Kadınlarda aybaşı. Türkçe sözlüklere, imla kılavuzlarına girmemiş daha, ama "kibar" şehirli konuşma dilinde bol bol kullanılıyor; az olmakla birlikte, yazı dilinde de kullanıldığını gördüm. Türkçede birkaç karşılığı olduğu halde yayılması, insan vücuduyla toplumumuzun (büyükçe bir bölümünün) arasının iyi olmamasına bağlanabilir ancak.
Akdeniz Dilinden Dört Kelime: Tersane, Damacana, Fırtına, Forsa
Latince fortuna (baht, kader, kısmet, talih, felek) kelimesini ödünç alan dillerde "iyi talih" anlamında, yani olumlu bir anlamda kullanılır. Ne var ki Akdenizli denizcilerin dilinde "kötü talih, talihsizlik"e dönüşmüş, "denizde ansızın esen çok sert rüzgâr" anlamına gelmeye başlamış. Şuradan çıktığı anlaşılıyor: "denize açıldıktan sonra fırtınaya uğramış olma talihsizliği, denizcilerin talihsizliği".
"Kosmos"tan Gelenler
Kavramın birinci yönüne dönüp kozmonavt - astronot rekabetine dikkati çekelim. Ruslar uzay gemisi mürettebatına kozmonavt (Türkçede kozmonot), Amerikalılar ise astronot diyor. Kozmonavt (kosmos + nauta, deniz) "kozmos yolculuğuna çıkan", astronot (astrum, yıldız + nauta, deniz) ise "yıldızlar arasında yolculuğa çıkan" anlamına geliyor.
Barbarlar
"Öteki"den söz açılmışken, Türkçede öteden beri kullanılan bir söze değinmeden geçemeyeceğim: "müslümandan gayrisi, müslüman olmayanlar" anlamına gelen "gayrimüslim" nitelemesi. Bu söz Türkçede öyle horlayıcı, keskin bir ayırımcılıkla kullanılmaz, ama sözün kuruluşu bu izlenimi uyandırır. Bir de, müslüman olmayan cemaatlerin her birini asıl kimlikleriyle anmayıp hepsini tek kelime içinde toplamak, aralarındaki inanç, kültür farklılıklarını görmek istemediğimiz, dolayısıyla vatandaşlarımızı tanımaya önem vermediğimiz anlamına gelebilir.
"Kapital"in Eserleri
Hayvancılıkla uğraşanlar ellerindeki hayvanlara bizde de bugün bile "mal" demezler mi? Kemal Tahir'in Büyük Mal (1970) romanının adındaki "mal" öküz demek, "büyük" de "büyük baş"la ilintili. Tabii, bütün hayvan severleri, asılında bütün doğa severleri üzecek bir etimoloji bu. Ama ne yapalım, kökeni bu, etimolojide pek çoktur böyle münasebetsiz kökenler.
İlk Konservatuvarlar
Konservatuvar kelimesinin "konser"le elbette hiçbir ilintisi yok. Musıkiyle de yok. Kelimenin kökü olan fill, conserve, batı dillerinde, bir şeyi dış etkilere, dışardan gelebilecek zararlara karşı emin bir yerde koruma, muhafaza etme, saklama anlamına gelir. Bunun da kaynağı Latince conservare fiili.
Tekhne, Ars, Sanat
Eski Yunanca metinler başka dillere çevrilirken "sanat" diye çevrilir tekhne, başka dillerde de aynı anlama gelen bir kelime kullanılır (İngilizce ile Fransızcadaki art gibi). Bu bizi yanıltmamalı, kelimenin aslı tekhnedir. Bugün bilim kavramına giren aritmetik de arithmetike tekhne diye anılıyordu.
"Modern"in Geçmişi, Bugünü
Modern kelimesinin altını üstünü kurcalarken tarihî, toplumsal oluşumlara bir göz atmamak olmaz. Geniş anlamıyla modernleşme ya da asrîlik Sultan III. Selim döneminde başlatılan, daha kapsamlı bir içerikle Tanzimat'tan sonra getirilen bir sıra yeni düzenlemeyi, tabii Cumhuriyet'ten sonra da sürdürülen yenilikleri adlandırmak için kullanılıyor. Elbette günümüzden geçmişe dönük olarak. Bütün bu yeniliklere "Türk modernleşmesi" diyenler var. Oysa Avrupa'da modernleşme en az dört yüzyıl öncesinden başlayan bir büyük dönüşümün ürünü.
Terim Ne Demek?
Latinceden gelen bir kelime terim. Bu dilde termini sınırlar (çoğul) demek. Onun tekil hali olan terminus eski Romalıların sınır tanrısı. Bu tanrı "termini" denen sınır taşlarının bekçisiymiş. Eski Roma'da termini iki arazi, iki toprak parçası arasında kesin çizgilerle belirlenen sınırların zor kullanılarak yahut yürüyerek geçilmemesi için konan, günümüzün dört köşeli kilometre taşlarına benzeyen taşlarmış.
Ütopya
Bize ait olan, bizim hâkim olduğumuz, güvendiğimiz bir mekândan çıkıp birbirini hiç tanımayan, birbirine hiç benzemeyen insanların girip çıktığı bu gibi mekânlar farklı, değişik bir anlam dünyasını temsil etme olasılığını barındırır; yani hem vardır, hem yoktur, Foucault'nun deyişiyle "mekânsız mekânlar"dır. Kısacası, ütopyanın iyi, ideal ama var olmayan, hayal edilen bir yer olmasına karşılık heterotopya, "ötekilerin, başkalarının, değişik, farklı" mekânıdır.
Melankoli
Melancholiadaki "- chol" cholera (kolera) kelimesinde de karşımıza çıkıyor. Bu da Yunanca. Kholera hastalığının safra kesesinden kaynaklandığı sanısından ileri geliyor. Düz anlamıyla kolera, "safra kesesi krizi" demek.
Şurup, Şarap, Şerbet, Meşrubat
Kur'an'da alkollü içki anlamındaki şarap karşılığında çeşitli kelimeler kullanılmış. Şunlar bu kelimeler: hamr, sahbâ (kırmızı şarap), handeris (yıllanmış şarap), habuk (akşam şarabı), rahîk (sert kırmızı şarap). Bu çeşitlilik Arap yarımadasında zengin bir şarap kültürü olduğunu gösteriyor.
Matematik Terimlerinin Kökenleri
Bütün bilim terimleri gibi matematik terimleri de gündelik dilde herkesin kullandığı kelimelere yeni anlamlar yüklenmesiyle elde ediliyor. Ama bu basit kökenler bilinmeyince terimler birden soyutlaşıyor, yanına yaklaşılmaz oluyor, asık yüzlü hale geliyor. Orta dereceli okullarda matematik dersini okutanlar bu terimlerin kökenlerini açıklayarak derslerine başlasalar matematik daha güler yüzlü bir ders olmaz mı?..
Tercüman, Dragoman, Dil Oğlanı, Dilmaç
Üniversitelerde 1983'ten başlayarak Mütercim-Tercümanlık bölümleri kuruldu; öğrencinin hem mütercimlik hem de tercümanlık öğrenimi gördüğü bu bölümlere "çevirmenlik bölümü" adı verilemedi. Bunlardan bazılarının adları sonradan "çeviribilim bölümü"ne dönüştürüldü, ama "çeviribilimi" çevirmenlik uğraşını değil, çeviri uğraşının bilimsel inceleme yönünü ifade eden ayrı bir terimdir. Oysa bu bölümlerin İngilizce adları çeviri uğraşının iki dalını da kapsıyor: "Translation and Interpreting (Studies)"...
Telaffuz Hatası mı, Türkçeyi Bilmemek mi?
Bu yazıda verdiğim yanlış telaffuz örneklerinin hiçbiri "münferit" hata değil. Ben sadece aklımda kalanları anıyorum. Burada anmadığım daha nice yanlış var. Bu derde bir çare bulunabilir mi? İlk ve orta dereceli okullarda yıllarca okutulan Türkçe derslerinde dilbilgisi konusunun önemli bir yeri vardır. Bu derslerde dilbilgisi kuralları öğretilir, ama doğru telaffuz diye bir şey müfredatta yoktur.
"Post" Önekinin Önlenemez Tırmanışı
Yabancı dil bilmeyenlerin de anlamını bildiği, "sonra, sonrası" demek olan "post" söz birimi batı dillerinde bir takı olarak kullanılır; yani bir kökün önüne konur. Ama Latinceden alınan "post" bu dilde bir önek değil, başlıbaşına bir kelime, "sonra" anlamına gelen bir zaman edatıdır.
"MAGAZİN"İN YOLCULUKLARI
Magazine kelimesi İngilizceye on yedinci yüzyılda Fransızcadan geçmiş. Ama bugün herkesçe bilinen anlamıyla değil. Dilimize ise herkesin bildiği anlamıyla, yirminci yüzyıl başlarında girmiş, Türk Dil Kurumu sözlüğüne bakılırsa, yine Fransızcadan. Aynı kelimenin yukarda sıralanan öteki türevlerini yüzyıllardır kullanıyoruz, ama aralarındaki bağı kuramadan...
PATLICANIN YAZDIĞI TARİH
Sebzenin anayurdu güneydoğu Asya. Geçmişi İsa'dan önceki yüzyıllara kadar dayanıyor. Sebzeyi adlandıran kelimenin aslı Sanskrit. Kutsal Hindu metinlerinin yazıldığı dilden. Kelimenin en eski biçimi vātinganah. Sanskritte "bağırsak gazlarına yol açmayan sebze" anlamına geliyor. Dilden dile geçen kelimelerde /v/ ünsüzünün /b/ ünsüzüne dönüşmesi çok kolay. Vātinganah ya da vātincana Farsçaya bādingān, Arapçaya da al-bādincān ya da al-bādinjān yazımlarıyla geçiyor (Arapçada bu dilin "-al" belirlilik tanımlığını [definite article] alıyor).
YALAMA OLAN "SÖYLEM" TERİMİ
Terimin anlamını bilerek kullanıyor olsaydık, Batıda sadece kültür dilinde kullanılan bir kelime bizde halka mal oldu diye sevinebilirdik. Ama durum öyle değil. Durum bu olmadığına göre, değerli bir terimi katletmiş olduk. Ben "söylem" terimini kullanmaktan artık kaçınıyorum; kullanmak zorunda kaldığımda da bu kelimenin yanına parantez içinde (discourse) yazıyorum...