Kokular da çok önemli bir iletişim aracıdırlar; fakat halkayı daha da genişletip renklerin, giyim tarzının ve her birisi kendine göre bilgi taşıyan çeşitli araçların da iletişim amacıyla kullanıldığını kabul edebiliriz. Ne var ki konuşma dili, her şeye rağmen diğer tüm iletişim araçları arasında ayrı bir yere ve öneme sahiptir; çünkü bu dil sadece duygularımızı, beğenilerimizi, isteklerimizi değil düşüncelerimizi de iletme özelliği taşımaktadır. Ne var ki biz insanların dışında diğer canlıların kullandığı iletişim araçları o canlıya özgü içgüdülerle sınırlıdır. Dolayısıyla konuşma dilinin bize sağladığı en önemli ayrıcalık, düşüncelerin iletilmesine olanak vermesidir. Konuşma dilinin bu özelliğinin, bilginin çoğaltılmasında bir araç olmanın ötesinde bir maya görevi gördüğünü söyleyebiliriz: çünkü bilgilerimizin artmasına konuşma dilimiz -sahip olduğu özellikler aracılığıyla- doğrudan katkı yapmakta, onları adeta mayalamaktadır. Çünkü dilin sahip olduğu özellikler, bilginin üretilmesinde bir hamur mayası gibi iş görebilmektedir.
Konuşma dili dışında insana özgü diğer bir iletişim kurma aracı daha vardır: o da kendine has özellikleriyle müzik dilidir veya müziğin kendisidir. Müzik dili de sahip olduğu özellikler açısından duyguların ifadesinden öte, o da erbabının elinde maya görevi üstlenebilmektedir. Fakat sanırım asıl dikkat çekici olan taraf, konuşma dilinin kendisi, müzik dili için de bir maya görevi üstlenmesidir. Türkçe bu ilişkide, dikkati çekmemiş olsa da, kendine özgü bir özelliğe sahiptir.
Müzik de diğer iletişim araçları gibi duyguları aktarabilir; fakat müzik, bir çok sanat ve edebiyat türü gibi insana özgüdür. Dolayısıyla da müzik dili, konuşma dilinden farklı bir şekilde düşüncelerin değil de duyguların adeta mayalanmasına, yani bir tür araç olarak onların artarak çoğalmasına olanak vermektedir. Hatta bundan da öte, toplumsal yönü, kültürel birikimin ana bileşini oluşturmakta, hatta onu yönlendirebilmektedir.
Müziği çeşitli sanat dallarından ayıran ve beni burada ilgilendirecek olan özelliği, notaların meydana getirdiği uyumun konuşma dilimizle olan (dikkatimizi çekmeyen) ilişkisidir. Aslında notalar, şamanlardan günümüz operalarına uzanan kültür tarihi dışında, antropolojik geçmişimizin fark edilmemiş evrimsel tanıklarıdır.
Her dilde harflerin[1], kelimelerin sesletimi ve aralarındaki ses uyumu diğer bir dilden farklıdır; hatta o kadar farklıdır ki, bir dilde olan bazı harflerin telaffuzu için diğer bir dilde birkaç harf kullanılabilmektedir. Anlam bu sesler aracılığıyla (yani harflerin bir araya gelmesiyle oluşan, o dilin fiil, sıfat, isim olarak bilinen birimleri aracılığıyla) iletilir. İlk bakışta, anlam ile sesletim arasında bir ilişki dikkatimizi çekmez. Ne var ki, örneğin "gel" sözcüğü telaffuza göre farklı içeriklere sahip olabilir; nitekim emir, rica, istek gibi içerikler/anlamlar sesletim üzerinden, onun aracılığıyla aktarılmaktadır. Dolayısıyla da dilin bu kullanımı ile o dilin telaffuzu (sesletim özelliği) arasında ("pragmatik" başlığı altında bilinen) bir ilişki kurulabilir. Fakat benim sesletim ile anlam arasındaki ilişkide vurgulamak istediğim özellik bundan biraz daha farklıdır. Türkçenin müzik diliyle olan kendine özgü ilişkisi de sanırım bu noktada yatmaktadır.
Bir dili kullanabilmenin koşullarından birisi, o dilin kelimelerinin doğru telaffuz etmektir; bu sayede belli bir ses ile anlam arasında ilişki kurmayı öğreniriz.
Yani kısaca her dil, kendine özgü birtakım sesletim (pronunciation) özelliklerine sahiptir. Basit istek, emir, uyarı gibi somut olgular dışında soyut anlamları taşıyan kavramlar de bu sesletim üzerinden kurgulanır. Hatta bir adım daha atarak kavramları o dilin sesletiminin kendine has bir özelliği olarak da düşünebiliriz. Bu bakış açısının, sadece konumuz açısından değil, “anlam" başta olmak üzere dil ile ilgili çeşitli sorunlarla da ilişkilendirilebileceğini düşünüyorum; çünkü geleneksel anlam sorunu (dolaylı da olsa) yazılı dil dikkate alınarak çözümlenmeye çalışılmıştır. Anlam ile ses arasındaki bu ilişkiyi şimdilik bir kenara bırakarak Türkçe ile müzik dili arasındaki ilişkiye dikkatimizi yöneltelim çünkü müzik de bir tür sesletimdir. Böylece kendimize yeni (yürüyüş yolu gibi) düşünce yolları açmamız sanırım mümkün olacaktır.
Müzik sadece insanları değil tüm canlıları etkileyebilen bir araçtır. Bu noktada "fareli köyün kavalcısı" (Rattenfänger von Hameln) hikayesini hatırlamamak elde değil!
Çok güzel kaval çalan bir kişinin köyü istila etmiş olan farelerden kurtarması güzel bir çocuk masalı olarak düşünülebilir. Fakat aslında burada üstü ustalıkla örtülmüş bir gerçeklik yatmaktadır: o da sesin büyülü etki gücüdür.
İnsanların alabildiğince atomize bir yaşantı içinde olduğu günümüzde, acaba hangi güç onları bir araya getirebilir? Evet! İlk akla gelen spor ve özellikle futbol karşılaşmaları bu sorunun cevabı olabilir. Gerek stadyumlarda gerek televizyon karşısında milyonlarca insan, bir topun peşinden koşan 22 kişiyi heyecan ve mutlulukla izlemekte; aynı sayıda olmasa da camilerde, kiliselerde ve havralarda da bir çok insan bir araya gelmektedir. İlkinde merak ve aidiyet duygularının kullanıldığı maddi getirisi yüksek bir toplumsal etkinlik söz konusudur. İkincisinde ise kültürel geçmişin genetik kodlarını taşıyan birliktelik ile karşılaşırız. Bunların arasında binlerce insanı bir araya getiren gerekçenin müzik, yani ses olduğunu da görmemezlikten gelemeyiz. Diğer bir ifadeyle fareli köyün kavalcısı yerine artık karşımızda binlerce insanı peşinden sürükleyen ve farklı enstrümanları kullanan "modern kavalcılar" yok mudur? Bu "kavalcılar", kendi kişisel dünyalarında atomize bir halde yaşayan günümüz insanını bir araya getirmede kullandıkları enstrüman müzik, yani ses değil midir? Yani ses, sadece ses, kararlarımızı ve düşüncelerimizi etkileyen, duygularımıza anlam veren, onları yönlendiren bir araç (bir maya gibi onları çoğaltma) özelliğiyle karşımızda durmaktadır.
Şu anda dışarıda patlayan şimşekler, martıların akşamları olağan toplantılarındaki konuşmaları, yavrularını arayan anne kedinin çıkardığı ses, korkarak kaçan bir insan veya (yakın coğrafyamızda) çocuğunu kaybetmiş bir babanın isyan dolu haykırışı "başlangıçta ses vardı" deyişini hatırlatıyor; çünkü sesin peşinden duygular, düşünceler, korkular, sevinçler, arzular, nefretler beliriyor; ve sesin bu duygulara varlık kazandırma aracı olduğu (onları adeta mayaladığı) anlaşılıyor. Bu da bize sanki "başlangıçta vardı, ama sonra da zaten hiç eksilmedi ki!" yargısını gizlendiği yerden çıkarmamıza olanak veriyor.
Konuyu saptırmamak amacıyla sesin teolojik boyutunu kısaca vurguladıktan ve sesin biyolojik anlam ve önemine de bir alt başlık olarak değindikten sonra artık onu bir kenara bırakabilir ve müziğin dil ile olan gizemli ilişkisine dikkatimizi çevirebiliriz. Aralarındaki gizemi tam olarak aydınlat(a)masak da giriş kapısını Türkçe üzerinden aralamaya girişebiliriz. Böylece Türkçenin eşsiz özellikleriyle müzik arasındaki ilginç birlikteliğe -somut örneklerle- bakma olanağı elde edebiliriz. Bunun için, müziğin, iletişim görevi görmenin ötesinde bir işlevi olduğunu kabul etmek yeterli olacaktır.
Ben şahsen müzik dışında; insanı duygulandıran, hareketlendiren, yönlendiren, öfkelendiren, mutlu eden, hüzünlendiren, geçmişe götüren, geleceğe iyimser bakılmasını sağlayan, sıkıntıları dağıtan, yalnızlığı kabul edilebilir hale sokan, hüzün içinde mutluluğu, mutluluk içinde hüznü barındıran, sevgi ve nefretin en has ve yalın halinin ifade edilmesine olanak veren, sadece yaşamı değil ölümü bile süsleyip sevimli kılabilen ama ürkütücü hale de getirebilen, korkuyu ve cesareti birlikte anlatabilen, bütün bu duyguların paylaşımını sağlayan, hem bireyi hem de toplumu aynı anda kuşatabilen ve etkileyebilen, bütün bu gibi eylemleri konuşma dili olmadan ama konuşma dilini de gerektiğinde kullanarak kucaklayan başka bir araç bilmiyorum. Bu durumda, müziğin bu kadar çok ve çeşitli özelliklere sahip olmasının sebebini sorgulamak istersek Hameln'e gelen kavalcıya dönebiliriz.
Kavalcının yaptığı, kavaldan çıkan seslerin/melodinin fareleri adeta büyülemesi ve onun peşinden gitmelerini sağlaması, hatta onları buna zorlamasıdır. Bu noktada elbette "böyle birşey olabilir mi?" sorusu sorulabilir; böyle bir soruya karşılık, örnek olarak sevinçli zamanlara eşlik eden müziklerin, insanların belirli duygularını harekete geçiren marşların, kahramanlık türkülerinin ve özellikle de mehterin bizdeki işlevini hatırlamak yerinde olacaktır. Müziğin duyguları etkilemesi, onları ifade etmesi ve yönlendirmesi dışında örneğin operanın olay, olgu ve çeşitli insani davranışları duygular üzerinden temsil etme özelliği de konumuz açısından son derece dikkat çekicidir. Çünkü müzik, kuşkusuz hem eşsiz hem de muhteşem bir araç, duyguları ve düşünceleri ifade etmenin ötesinde onları çoğaltan bir maya özelliğiyle karşımızda durmaktadır. Sesin ve dolayısıyla müziğin büyüsünden söz edildiğinde; Orfeus'un, Eurydice'yi Hades'ten kurtararak bu dünyaya geri getirmek için liri ile yeraltı dünyasının kapılarını açmasını ve Persepone'yi etkilemesini hatta yine liri aracılığıyla taşları ağlatmasını, nehirleri durdurmasını, ağaçları yürütmesini hatırlamak kaçınılmazdır.
Ortaçağ'da uğraşılan sorunlardan birisi, "Tanrı, Adem ile hangi dil ile konuştu?" şeklindeki bir sorudur. Bu sorunun dilin gelişimine katkısı ve Leibniz'in modern mantığın kurucusu olarak bilinmesindeki rolü[2] bizi yine konuşma dilinin gizemi dışında içerdiği karmaşık yapıyı ses ve dolayısıyla müzik üzerinden düşünmeye zorlamaktadır. Fakat böyle bir amaç elbette çok geniş kuşatımlı ayrı bir araştırmanın konusu olabilir; benim buradaki asıl hedefim konuşma dili, ama özellikle Türkçe'nin müzikle olan ilişkisini ortayan koymaktır. Bu amaç, Adem'in Tanrıyla konuştuğu dili ne olduğuna bir cevap veremeyebilir; fakat sesin, müziğin temel yapı taşı olduğuna ilişkin bir olguya güçlü bir açıklama getirebilir.
Bu amaç doğrultusunda yukarıda yapılan açıklamaları şöyle özetleyebiliriz: müzik bir dildir ve tüm canlılar ortak bir iletişim aracı olan sesi kullanır. İnsan dışındaki canlıların bu iletişim aracını kullanma yöntemleri kendilerine özgüdür. Fakat insanlarda farklı konuşma dilleri, her ülkede kendine özgü bir renge sahip olsa da, iletişime esas olan temel özellikleri aynıdır. Her toplumda konuşma dili, o toplumun tarihsel geçmişini biçimleyen kültürün adeta mayası durumundadır. Diğer bir ifadeyle kültür, kavram olarak artmayı, çoğalmayı ifade etmektedir: tıpkı bir hamur gibi artan kültürün mayası da dil ve müziktir.
Dil ve müzik ile onların arasındaki ilişki, Türkçede birbiriyle son derece ilginç bir uyum içinde, o mayayı biçimlemişleridir. Ninniler, bu ilişkinin sıradan fakat tipik örnekleridir.Türkçede kelimeler iki harften oluşan kısa heceler üzerine kurulmuştur: u.yu.sun.da.bü.yü.sün.niiiin.niiiii. Hiçbir bebek elbette bu gibi sözlerin anlamını bilerek uyumaz; bebeği uyutan, ünlü harflerin vurgularının oluşturduğu melodi ve ona uygun ritmik hareketlerdir. Buradaki sesler ise toplumun bilinçaltını kurgulayan kültürün mayasının temel unsurlarıdır. Yani kısaca konuşma dilini karakterize eden özellikler, kullanılan kelimeler ve kavramlardan ibaret değildir; o dilin vurgularla oluşan ahengi, ritmi, ses rengi kendini müzik olarak dışlaştırır: dil ve müzik bu yüzden tarihi bir mirastır ve kültürel yaşamı çoğaltan ve aktaran bir mayadır.
Bu durumda yapılması gereken, sesin iletişime temel olan özelliklerini ortaya koymak daha sonraki adımda Türkçenin sahip olduğu özellikleri ve ayrıcalıkları saptamak, daha sonra da bunları müzik anlayışımızla ilişki içinde örneklemek olacaktır. Bu örnekleme, müziğin konuşma diliyle, sonra da Türkçe ile olan ilişkisini ortaya koymaya yönelik olacaktır. Bu süreçte ses ile anlam arasındaki ilişki, çıkış noktamızı oluşturacaktır. Bu amaç için, bir tür ara durak olarak, sesin varlık kazandırma özelliği üzerinde durabiliriz.
"Sesin varlık kazandırma özelliği" ifadesi ilk bakışta yadırgatıcı olabilir. Böyle bir mümkün direnç karşısında, konuşma dilinin yazı kısmını ikiye ayırabiliriz: bugün kullandığımız alfabe ve eski çivi yazıları, Japonca, Çince gibi semboller. Alfabeler ve nesnelerin (çivi yazıları da dahil) sembollerle gösterimi arasında ortak nokta sestir/telaffuzdur. Çünkü gerek harfler gerek nesnelerin ikonografik gösteriminin iletilebilir olması, o dilin kendine özgü telaffuzu sayesinde mümkün olabilir. Hatta sesleri, yazılı semboller öncesi evrede, iletişim amacına yönelik (beden diliyle birlikte) tek araç olarak kabul edebiliriz.
Sesin yazılı hale getirilmesiyle, açıktır ki düşüncenin daha kolay ve sağlıklı olarak aktarılması, aynı zamanda hem korunmasını hem de gelişimini sağlanmıştır. Bu süreç, ses ve semboller arasındaki ilişkiye yeni sembollerin katılmasıyla şüphesiz koyulaşarak hızlanmıştır. Çünkü artık yeni kelimelere ve giderek yeni kavramlara ulaşılmasıyla dilin kendine özgü iç dinamiği artmış ve yapısı da daha karmaşık hale gelmiştir. İlginçtir, tam da bu noktada Türkçe'nin eşsiz bir özelliği; yeni kelimelerin oluşturulmasında harfler oynadığı rol karşımıza çıkmaktadır. Harfler aracılığıyla yeni içerikler elde edilmesi; yani yeni kelimelerin üretilmesi ve giderek soyut içerikli kavramlara ulaşılması, bu suretle yeni nesnelere varlık kazandırılması Türkçenin tarihsel geçmişiyle uyum içindedir. Yeni ses üretiminin, yani yeni kavramların oluşturulması ve böylece dilin varlık kazandırma sürecinin benzer tarihsel dinamiklerle gerçekleştiğini, bu süreçte Türkçeye özgü bir yöntemin kullanıldığını görürüz. Bunun bir bakıma kanıtı, varlığını hep sürdürmüş olan Türkçenin ses uyumudur: ünlü ve ünsüz harfler arasındaki "büyük ve küçük ses uyumu", onun sadece müziksel değerinin değil (aşağıda da işaret edileceği gibi) anlamının da belirleyicisidir. Bu özellik Türkçenin ifade gücünü arttırarak ona bir iç dinamizm kazandırmıştır. Diğer bir ifadeyle harfler ve heceler arasındaki ses uyumunu, bilgi (ve anlam) dışında müzik olgusunu üreten bir maya olarak da yorumlamak mümkündür. Sesin tüm canlıları hatta fiziksel dünyayı kapsayan kendine özgü evrenselliğinin, -bir anlamda da başlangıçtaki sesin- müzik olgusunun evrenselliğinin giriş kapısı olması, şaşırtıcı değildir. Türkçenin kurucu özelliklerini biçimleyen kuralları, ses ve müzik olgularıyla ilişki içinde anlamaya çalışmak, onun örtük kalmış özelliklerini ortaya koyabilmek fırsatı da verebilir.
Hangi alfabeyi kullanırsa kullansın, konuşma dili (fizyolojik yapımıza bağlı olarak) iki farklı kaynaktan elde edilen sesleri kullanmaktadır. İlki göğüsten gelen havanın gırtlakta ses telleri aracılığıyla değişime uğratılmasıyla (bir anlamda artiküle olmasıyla) elde edilmektedir. Bu süreç sonunda ünlü harfler (sesli harfler/vowels); yani A, E, I, O harfleri oluşmaktadır. İkincisinde ağız içinde geniz (ön gırtlak bölgesi), damak ve dudak (dilin de) kullanılmasıyla ünsüz (sessiz/consonant) harfler elde edilmektedir. Ağızın iç bölgesinde oluşturulan ünsüz harfleri biçimleyen ses, ünlü harflere eşlik ederek çeşitli seslerin/farklı kelimelerin üretilmesine olanak vermektedir.
Ünlü harflerin temsil ettiği seslerin özelliği, tüm canlılarda ortak bir iletim aracı olmasıdır. Tüm canlılar; hırlama, şakıma, inleme, havlama, miyavlama vb yollarla duygularını, dileklerini, sevinç ve acılarını, mutluluklarını ve korkularını bu seslerle ifade ederler. Nitekim biz insanlar, hangi dili konuşursak konuşalım, sevinç, üzüntü, acı, mutluluk gibi duygularımızı iletmek için ünlü harflere karşılık gelen sesleri kullanırız.
Bu açıdan bakıldığında konuşma/iletişim dilinin ilksel örnekleri belli bir dil olamaz; bu dil ancak göğüsten gelen sesler (ünlü harfler) ve onlara eşlik eden beden hareketleri olabilir. Nasıl bir bebek dünyanın her yerinde açlığını ifade etmek için ağlarken kollarını ve bacaklarını sallıyorsa, atalarımızın da bir tehlike karşısında veya bir av hayvanını gördüğünde farklı sesler ve ona eşlik eden çeşitli beden hareketleri aracılığıyla iletişim kurmaya çalışmış olması mümkündür. Bugün bile telefonla konuşurken, sinirlendiğimizde, mutluluğumuzu ifade etmek için, veda ederken, çaresiz kaldığımızda hep ellerimizi ve kollarımızı kullanırız, alkışlarız; yani kısaca beden dilimiz ile ünlü harflerin eşleştirerek bir iletişim aracı oluştururuz. Bugün kullandığımız dil ve yapılan müzik de bu tür "kültürel genetik" çerçevesinde ele alınabilir.
Ünlü harflerin bizim için ilginç ve önemli diğer özelliği, müzik ve şiir gibi yapıtlarda duyguların; ve ilginçtir (yukarıda da işaret edildiği gibi dilin pragmatik özelliği dışında) anlamın da (yine ünlü harfler aracılığıyla ama) farklı vurgularla elde edilmesidir. Örneğin "Figaro" kelimesi yerine göre "FiiiGaaaaRooo" veya "FiGaRoo" veya FiGaaaaaRo" şeklinde, yani I, A, O ünlüleri farklı vurgu ve farklı ses tonlarıyla aracılığıyla sesletilebilmektedir. Çünkü ünlü harfler hep duyguları ifade etme ve bir anlam verme aracı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Her bir ünlü harfi, aynı zamanda, o dilin sesletim özelliğiyle eşleşen duygulara karşılık gelecek şekilde -o duyguyu anlatmak amacıyla- kullanılmaktadır. Bu noktada artık ünlü harfler bir sesbirim (morphem) olmaktan çıkmış, adeta her biri kendi başına anlam taşıyan kavramlara dönüşmüştür. Nitekim farklı türden hayret olguları bir "aaaaaa" sesiyle ama değişen vurgularla temsil edilir. Bu olguya üzüntü katmak, H harfinin ilavesiyle, yani "aaahhhhh" ile temsil ettiğimiz ses aracılığıyla sağlanmıştır. Şaşkınlığımızı anlatmak için "oooooo" sesi kullanılır. Şaşkınlık duygularına varlık kazandırmak, kendine özgü yükselip azalan bir vurgusuyla "eeee.ee" ünlü harflerini kullanıyoruz. Bunlar, sesli harflerin, duyguları ifade aracı olarak kullanılabildiği gibi -anlam verme- işlevlerinin olduğunu da göstermektedir; diğer bir ifadeyle, dikkat edilirse, sesli harfler aracılığıyla duyguların aktarılması, bir anlam verme işlevini de yerine getirmektedir. Nitekim örneğin "oooooo" sesinin anlamı, şaşkınlık duygusudur: bu duyguya karşılık gelmekte, ona varlık kazandırarak aktarılmasını sağlamakta; belki de en ilginç tarafı, tamamen kişisel bir olguya (fiziksel bir olgu gibi) işaret etmektedir. Diğer bir ifadeyle eşya adları, fiiller, sıfatlar nasıl anlam taşıyorlarsa, sesli harfler de sevinç, üzüntü, mutluluk gibi duygulara işaret etme dışında anlam taşıma görevini de üstlenmişlerdir. Diğer bir ifadeyle, öyle görünüyor ki sesin duygulara anlam verme dışında bir şekilde düşünceleri de biçimleme ve onlara yön verme işlevleri, konuşma dilinin soyut kavramların inşa edilme sürecini öncelemektedir. Sesli harflerden oluşan birimlerin (morfemler) beden diliyle eşleşerek iletişimi sağlaması, konuşma dilinin anlam aktarma özelliğinin zamanla ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Burada beden dilinin işlevini, -bugün anlamda- kavramların işaret etmek (denotation) özelliklerinin ilk örneği olarak yorumlayabiliriz. Bu durumu, terimlerin anlam taşıma ve işaret etme (varlık kazandırma) özellikleri arasındakini kayıp halka olarak nitelendirebiliriz.
Bu noktanın geleneksel anlam anlayışının kurgusunu zorladığının farklındayım; hatta bunun da ötesinde, sesli harflerle duygular arasındaki ilişkinin "anlam" olgusunun oluşumunda temel bir aşamaya karşılık geldiğini söylemek, bu sınırı daha da zorlayabilir. Ne var ki iletişim olgusunu insan ile diğer canlılar arasında ortak bir zemin üzerinden anlamak kaçınılmaz görünmektedir; bunun için ünlü harfleri bu ortak zeminin kurucu unsuru olarak görmek yeterli olacaktır. Farklı diller arasındaki fark, sesli harflere yüklenilen anlamı farklı vurgular aracılığıyla çeşitlendirebilmesi ve elbette ünsüz harfleri her dilin kendine özgü kullanımı aracılığıyla soyut anlamlar elde edebilmesidir. Görünen o ki bu süreç günlük ihtiyaçlara bağlı olarak farklı seslere (yeni morfemlere) ihtiyaç göstermiş ve bu da giderek yeni morfemlerin anlam taşır hale gelmesine ve farklı dillerin kavramların içeriklerini (anlam olgusunu) farklı şekilde oluşturulmasına olanak vermiştir. Yani kısaca bu kayıp halka, yani ünlü harflere eşlik eden ünsüz harflerin oluşturduğu birimler, deyim yerindeyse bilginin mayalanarak çoğalmasına ve kendi yolunda ilerlemesine olanak vermiştir.
Bugün kullanılan konuşma dillerinin arkasında bence işte bu tarihsel süreç yatmaktadır; bunu da "kültürel genetik" kavramıyla eşleştirebiliriz. Bunun en güzel göstergelerinden birisi, yukarıda da vurgulandığı gibi, alkış olgusu, bir iletişim sırasından el ve kol hareketleri yapılması, insan bedeninin kullanılarak icra edilen (örneğin sanat) etkinlikleridir. Bu etkinliklerin ses/şarkı, müzik ve dansın oluşturduğu birlikteliğe[3] yönelmesinin arkasında insanlardaki inanç duygusu, neşe ve üzüntü gibi duyguların olması şaşırtıcı değildir. Dolayısıyla ses ve beden hareketlerinin birlikteliğini, anlam verme olgusunun ilk örnekleri, onun ilksel (primitif) adımları olarak kabul etmek sanırım hiç de zor olmayacaktır.
İlginçtir ünlü harfler, sadece kişisel duyguların ifadesinde, onlara anlam vererek iletilebilir hale getirmede (varlık kazandırmada) değil, fakat müzik notalarının adlandırılmasında da karşımıza çıkmaktadır. Bu harfleri farkı amaçlar için kullanma, yani farklı sesler elde etme aracı ise ünsüz harflerdir: Fa ve La, Do ve SoL bunun birer örneğidir. Müzik (yani notalarla temsil edilen ünlü harfler), temel duygularımızın anlatım aracı olmanın da ötesinde bale, senfoni ve film müzikleri, karmaşık olgulara varlık kazandırma, bu yolla iletilebilir hale getirme aracı olarak da kullanılabilmektedir. Nitekim örneğin neşe gibi bir duygunun veya deniz olgusunun (-duygusal-) anlamı (ünlü harflerle temsil edilen) notalar aracılığıyla (L.von Bethoven, C. Debussy örneğinde olduğu şekilde) ve bir plan çerçevesinde ifade edilebilmektedir. Gelinen bu nokta, (beden diliyle birlikte) sesin varlık kazandırma özelliğinin nasıl bir süreç içinde evrimleşmiş olabileceği konusunda da bir fikir vermektedir. "Anlam verme" olgusunu, tarihsel bir süreç içinde ünlü harflerle başlayan serüven çerçevesinde anlamak çabası, yeni ve farklı bir açıklama olarak kabul edilebilir. Müzik aracılığıyla sadece duygulara değil somut nesne ve olgulara anlam verme ve dolayısıyla varlık kazandırma işleminin başlangıcını, beden dilinin ünlü harflerle olan ilişkisine bağlayarak anlamaya çalışmak bize yeni düşünce yolları ve yeni bakış açıları kazandırabilir. Bunun en açık örneği, ses birimlerinin (morfemlerin) evrimleşerek duygulara karşılık gelecek özellik kazanması, yani anlamlı birimler halini alması, böylece başlangıçta duygulara giderek düşüncelere varlık kazandırarak onları iletilebilir kılmasıdır.
Bu bakış açısı, ses ve beden dilinin birlikteliğinin evrilerek günümüz iletişim olgusunu nasıl biçimlediğine ışık tutmaktadır. Nitekim bale, her türlü dans, en ilkel ritüellerden günümüzdeki örneklerine kadar (marş eşliğinde yürüyüşten, düğün törenlerine, eğlence veya kültür amaçlı folklorik danslara kadar) uzanan alanlardaki ses ve beden ilişkisi, hep birşeylerin anlatılmasına ve dolayısıyla birşeylerin iletilmesine yönelik örnekler değil midir? Bütün bu ve benzeri görsel şölenlerin, bir gelişim süreci içinde şamanların dansının farklı aşamalarının örnekleri olarak kabul etmek hiç de zor değildir. Bir şaman gösterisinde ses ve beden dili ikilisinin birlikteliği, dikkat edilirse, duyguların ve algılanabilir nesnelerin temsil edilmesinin çok ötesinde ruhsal nesnelere anlam verme, onlara varlık kazandırma özelliği de taşımaktadır. Bu sürecin müzik eşliğinde ritmik olması, iletişim dilinin ses uyumuyla eşleşerek aralarında bir etkileşim olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Bu ihtimal, tüm evrende mevcut olduğunu varsayabileceğimiz ritmik özellikli olguların, insanda, dil, müzik ve ritüeller olarak kendini yansıttığını da alternatif bir görüş olarak varsayabiliriz. Bu iki karşıt görüşün ortak tarafı ise ünlü harflerin işlevlerinde aranabilir. Çünkü ünlü harfler, öyle görünüyor ki, ritmik özellik taşıyan bir anlatım aracılığıyla her türlü duygumuzun ifade edilmesine, böylece onlara estetik bir içerik kazandırılmasına ve giderek anlam olgusunun derinleşmesine de olanak vermektedir. Görünen o ki; örneğin gök gürültüsünün, fırtınanın, çeşitli doğal afetlerin çıkardığı seslerin -ünlü sesler aracılığıyla- taklit edilmesi, duyguların yanı sıra fiziksel olayların anlatılması, aktarılması ve giderek onlara varlık kazandırılmasıyla sonuçlanmıştır. Nitekim her dilde örneğin kedinin "miyav"laması, çocuğun ağlamasını (vaa, vaa, aguuuu şeklinde) anlatmak[4], bir yere vurunca pat pat ses çıkması, suyun şırıl şırıl akması hep dilin oluşumunda -sesin fizik nesnelerle ilişkisinde- ritmik özellikte bir taklit olgusunun varlığı hissedilmektedir.
Türkçenin çok ilgi çekici bir özelliği, ünsüz harfler ile ünlü harfler arasındaki ilişkinin ses uyumu aracılığıyla kurulması; ve burada harflerin (yukarıda da işaret edildiği gibi) aynı zamanda anlam kurucu bir rol üstlenmiş olmasıdır. Buna çok tipik bir örnek olarak, tek bir m harfinin olumsuzluk bildirmesidir. Nitekim "geliyorum" fiili (diğer bütün diğer fiillerde de olduğu gibi) m harfi aracılığıyla "gelMiyorum" şeklinde olumsuzluk bildirir hale getirilmiştir; bu duruma ve imkan/imkansızlık bildirmenin de yine ünlü harfler aracılığıyla yapılmasına hayret etmek veya bunu tesadüfle açıklamak çok hafif kalacaktır. Nitekim "gelEMiyorum" ifadesi sadece olumsuzluk değil, bir imkansızlık da bildirmektedir. Burada ses uyumunun, anlam kazandırmanın asli bir unsuru olarak da rol oynadığı görülmektedir.
Bütün canlılarda ortak bir iletişim aracı olan beden dilinin, ses ile olan birlikteliği, ilginçtir ritüellerin de çıkış noktasını oluşturduğu görülmektedir. Dişisine kur yapan bir kuşun dansını ve çıkardığı sesi, aynı şekilde mesela bir erkek aslanın serenat yapar gibi çıkardığı sesi ve hareketlerini tüm canlılarda ortak ritm duygusunun birer örneği olarak kabul edebiliriz. Çok fazla metafiziğe bulaşıp konuyu dağıtmadan, evrende yıldızların, gökadalarının, beyaz cücelerin ve kısaca hareket eden cisimlerin (bir örneği mevlevilerde karşımıza çıkan) dönme hareketi yaptığını; ve bu hareketin de ritmik bir özellik taşıdığını biliyoruz. Hiçbir ritmik hareketi ünlü harfleri kullanmadan aktarmak, temsil etmek veya taklit etmek; veya kısaca iletişim aracı olarak kullanmak herhalde mümkün değildir. Ünlü harflerin ses uyumu üzerinden kullanılmış olması, sanırım Türkçenin çok ilginç ve önemli bir ayrıcalığı olarak da yorumlanabilir. Bu özellik sadece tarihsel bir olgu değildir; kültürel genler olarak (değerini ve önemini fark etmesek de) günümüzde farklı coğrafyalarda yaşamaya ve bir kültürel maya olarak işlevini sürdürmeye devam etmektedir.
Asırlar boyunca farklı medeniyetlerin iletişim aracı olarak kullandığı konuşma dilinin temelinde ünlü harflerin bulunması ve bunun da beden diliyle olan eşleşmesinin günümüzde (örneğin) çeşitli danslara evrilmesi, duygularımızı ve içgüdülerimizi adeta tüm evrene yayılan tek bir ilkeye geri götürmektedir. Dinamik bir evren modelinde, Antikçağ felsefesinin aradığı arkhe yerine -ritim ve ona eşlik eden (ünlü harflerle temsil ettiğimiz) sesleri koymak mümkün gibi görünmektedir. Böylece iletişimin (temelde ünlü harflerle temsil edilen) ses ile olan ilişkisini (sadece varlığa değil aynı zamanda) var-oluş tarzımıza ilişkin (evrensel boyuttaki) karşılığı olarak da yorumlayabiliriz. Bu bakışı aynı zamanda müziğin (anlamının) evrensellik özelliğine ilişkin bir açıklama olarak da kabul edilebiliriz.
Ünlü ve ünsüz sesler ile onlara eşlik eden bedensel eylemlerimiz -yani beden diliyle- arasındaki derin uyum, bildiğimiz anlam olgusunun temelini oluşturduğunu kabul etmeye bizi zorlamaktadır. Bu olguyu, konuşma dilinin sınırları dışına çıkıp, müzik diline da uygulayabiliriz.
Yukarıdaki yorumlarımız ve onların yol verdiği (-felsefi-) sonuçlardan birisi; konuşma dilinin ses'in beden diliyle ilişki içinde evrimleşerek ortaya çıktığını kabul etmeyi gerektirmektedir. Konuşma dilinin oluşumu böyle bir süreç olarak düşünüldüğünde, (Viyana Çevresi filozoflarının temel sorunu olan) "anlam"ın, temelde ünlü harflerle temsil edilen sesler üzerine inşa edildiğini düşündürmektedir: ünlü harfler ve onlara eşlik ederek çeşitlik, derinlik ve içerik kazandıran ünsüz harfler hep birlikte kelimelerin anlamını biçimlemiştir. Türkçe, çok eskilere giden tarihi geçmişiyle, bu yönde bize eşsiz ipuçları sağlamaktadır.
İlginçtir (tarihsel derinliği henüz tam olarak bilinemeyen) Türkçede kök bir sesten sayısız denilebilecek kadar çok kelime ve dolayısıyla anlam türetilebilmektedir. Bu kural, kök bir ses olarak ünsüz harfleri kullansa da, Arapça gibi bir dil için de geçerlidir. Nitekim h, k, m ile ifade edilen ünsüz harflerden ünlü harfler aracılığıyla “hakim”, “hikmet”, “hakem”, “hekim” gibi kelimeler ve dolayısıyla yeni anlamlar türetmek mümkündür. Türkçede anlam olgusu ünlü ve ünsüz harfler aracılığıyla -daha doğrusu bu harflere karşılık gelen seslerin anlam verme özelliklerine uygun olarak- oluşmaktadır. Nitekim, örneğin "ağ" kelimesinden türetilen ağlamak, ağaç, ağarmak, ağrı, ağıt, ağır, ağız, ağış, ağu, ağınmak, ağım gibi kelimeler örnek olarak verilebilir[5]. Bu kelimelerin hepsi de saçmak, saçılmak (ağ atmak) anlamındaki -kök "ağ"- kelimesinin (anlamının) ünsüz harfler aracılığıyla çeşitlendirilmesinden başka bir şey değildir. Bu kelimelerin anlamları, Türkçedeki ses uyumu da gözetilerek ünsüz harflerin Türkçedeki işlevsellikleri doğrultusunda oluşturulmuştur: çok ilginçtir ki ağaç kelimesi "-aç-ılan bir ağ" benzetmesini içermektedir. Buradaki ilginçlik, ç harfinin çoğalmak, çağırmak, çığlık atmak, çağlamak gibi birbirine benzer eylemleri ifade etmek için kullanılan bir işlevsellik özelliği taşımasıdır[6]. Harflerin (muhtemelen sesletim özelliklerine bağlı olarak) anlam üretmesi ne kadar müthiş ve olağanüstü bir özellik!
Türkçede harflerin ön-ek ve son-ek gibi işlevlerinin olması, bu dilin kısa ve vurgulu telaffuzunun da bir sebebi olarak düşünülebilir. Yaşam biçimi; bu dilin kullanımının kısa kelimelerle ve hemen gerçekleşmesini, kolay ve doğru anlaşılmasını, kıvrak bir yapıda olmalarını gerektirmiş olabilir. Halbuki Arapça gibi bir dilde ünsüz harfler ve özellikle geniz bölgesinde oluşturulanlar, keskin ve kısa telaffuza izin vermemektedir. Böyle bir dilde kelimeleri oluşturan harflerin aralarındaki geçişler sanki daha yumuşak, daha uzun, daha yuvarlak ve daha melodik olmaktadır; bu da daha edebi bir anlatıma zemin oluşturmaktadır. Latin kökenli Batı dillerinde bir sesin karşılığı, birkaç ünsüz harfin bir araya gelmesiyle sağlanabilmektedir. Bu da o dile melodik bir renk katmaktadır. Bunun en uç örneği, Arapça'nın da etkisiyle İspanyolca'nın geniz seslerinin çokça hakim olduğu bir dil olmasıdır. Birkaç harfin bir araya gelmesi konusunda bir batı dili olarak İtalyanca, belki de Etrüsklerin etkisiyle, bir istisna olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşılık Napolitenler ve (İtalyanca) operalar, ünlü harflerin duygulara anlam vermeyi kendine özgü renkleriyle anlatan birbirinden zarif örneklerdir.
B ve P harfleri, dikkat edilirse Türkçe'de ön dudakların biribirine çok yakın hareketleri aracılığıyla oluşturulur; aralarındaki farklı hissetmek bile son derece güçtür. Bu yakınlığa rağmen Arapçada B harfinin olmasına karşılık P harfinin olmaması, telaffuzun anlam inşa etmede ve dolayısıyla iletişimdeki önemine güzel bir örnektir. Nitekim Platon ve Ptolemaus kelimelerindeki P harfleri, Arapçanın telaffuz özelliklerine uygun olmadıkları için, bu isimler Eflatun ve Batlamyus olarak çevrilmiştir. Çok yakın sesletim özelliği taşısalar bile, bu iki harften birisi diğerinin yerine kullanılamamaktadır. Yani Btolemaus denilememektedir. Bunun sebebi, öyle görünüyor ki, kendinden sonra gelen ünlü harfle olan ilişkisi, yani anlam kazandırma özelliğidir. Nitekim İngilizce'de bütün ünsüz harfler, ünlü harfler aracılığıyla sesletilmektedir. Örneğin B, C, D, F, C, harflerinin sesletimi Bi, Si, Di, Ef, Ci şeklindedir. Diğer bir ifadeyle ünsüz harflerin görevinin, ünlü harflere kullanım alanları açmak, yani tek bir ünlü harften farklı sesletimler türetmek suretiyle yeni anlamlar ortaya koymak olduğu anlaşılmaktadır. Bu süreç (yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi) Türkçede ünsüz harflerin de -büyük ölçüde sesletim özelliklerine bağlı olarak- anlamı belirlemesi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Fakat nispeten daha sonra oluşan ve gelişen dillerde bu süreç, ünsüz bir harfin ilişkili olduğu ünlü harfe göre sesletiminin (telaffuzunun) değişmesiyle sonuçlanmaktadır. Nitekim İngilizcede örneğin Y harfi alfabede "vay" şeklinde seslendirilirken, "you" kelimesi kabaca "yu" sesiyle karşılanmaktadır. Bu da 'anlam'ın seslendirmeye bağlı olarak tanımlanabileceğine ilişkin bir örnek olarak kabul edilebilir.
Tarihsel süreç içinde diller diğer dillerden etkilenerek varlıklarını sürdürmüşlerdir; bu etkilenme genellikle yeni kelimelerin ve kavramların bir dilden diğerine aktarılması olarak kabul edilir. Bu etkilenmenin sesletim boyutundan da söz etmek yerinde olacaktır. Nitekim, yukarıda işaret edildiği gibi, Arapçada P harfinin olmamasına kendi olanakları çerçevesinde çözüm getirilmiştir. Bu sorun, Batı dillerinde ünsüz harflerin kural dışı ve o soruna özgü sesletimle çözümlenmiştir. Bu çözüm, öyle görünüyor ki, morfemlerin sayılarının sessiz harflerle çoğaltılmasıyla sağlanmıştır. Bu durum aynı zamanda "anlam" olgusunun biçimlenmesinde bir tür kayıp halka olarak da yorumlanabilir. Bu açıdan bakıldığında isimlere eril ve dişil özelliği kazandıran veya bir demonstrative ya da artikel (article) olarak kullanılan birimleri bir tür morfem olarak kabul edebiliriz; çünkü bu birimler, kendileri bir anlam taşımasalar da sahip oldukları sesletim özellikleriyle isim konumunda olan kelimelere anlam kazandırmaktadır. Bu özellik iletişimi pratik olmaktan çıkarıp hantallaştırsa da anlatıma şüphesiz bir zenginlik getirmektedir. Fakat benim için asıl önemli olan nokta sesletimin incelmesi, ince ayrımların (nüansların) yapılabilmesini ve sonuçta da gerek insan seslerinin gerek enstrümanların (özellikle yaylı sazların) verdiği seslerin, uzatılan, yumuşatılan, yuvarlatılan bir karakter kazanmasına olanak vermektedir; bu da yerine göre yumuşak, yerine göre hüzünlü ve yerine göre de kararlı bir anlatım demektir.
Konuşma dili öncesi iletişimin ses (ama ünlü harfler ile temsil edilen ses) ve ona eşlik eden beden dili aracılığıyla gerçekleştiğini (yukarıda yapılan açıklamalara dayanarak) gösterebildiğimi varsayıyorum. Bu süreç içinde farklı ünlü harflere karşılık gelen seslerin, beden hareketleriyle birlikte, bildiğimiz anlam olgusunun kurucu unsuru olduğunu da tekrar vurgulayabilirim. Örneğin polis düdüğünün, bir cankurtaranın çıkardığı sesin, yangın veya başka bir tehlike bildiren alarmın bir anlamının olduğunu; kısaca ses ve anlam arasındaki ilişkinin tarihsel geçmişinin günümüze kadar uzanan örnekleri olduğunu söylemek hiç de zor değildir.
Konuşma dilinin -ses ve beden dilinin birlikteliği aracılığıyla- iletişim kurma özelliğinin bir "anlam verme" olgusu içermesiyle bugünkü "anlam" kavramı arasına (yukarıdaki açıklamalar ışığında) bir süreklilik düşünmek yerinde olacaktır; fakat bu ilişkinin başlangıcının -binlerce yıllık geçmişinde olduğu şekliyle- günümüzde karşımıza çıkması elbette beklenemez. Günümüz konuşma dillerinin kurgusunda geçmişin sadece izlerinden söz edilebilir. Nitekim Türkçe, hem geçmişin izlerini koruyan hem de onlara sadık kalabilmiş bir dil olarak karşımızda durmaktadır. Bu izin en önemli göstergesi, kısa ve sert hecelerden oluşan sesletimdir. Dilin bu özelliği ister istemez şiir ve müzik eserlerine de yansımaktadır. Klasik Türk müziğinde hatta çağdaş bestelerde de ünlü harflerin melodinin tüm ağırlığını sadece jest ve mimiklerle değil, duygu yüklü vurgularla ifade ederken ünsüz harflerin keskin vuruşlarla bu seslerin melodik özelliklerini biçimlemesi ve anlam vermesi, dinleyicinin bilinçaltına haz dolu bir şekilde ulaşmaktadır. Bizans müziğinin, Arapça ve Farsçanın etkisine rağmen Klasik Türk Müziğinin koruduğu bu özellik sanırım onun kendine özgü güçlü yapısının bir sonucudur. Bu tarz bir sesletimin günümüz klasik batı müziği tarzı bestelerde de görülmesi bence çok ilginç ve önemli bir aşamadır. Bunun tipik bir örneği, Prof. Dr. Hasan Uçarsu’nun yapmış olduğu bestelerdir. Hatta, Uçarsu'nun bestelerinde zaman zaman yaylı enstrümanlar bile bu yapıya uygun olarak esere renk katmaktadır. Nitekim bu besteci (kompozitör) viyola ile piyanonun eşleşmesinde viyolonselin yer yer vurmalı bir saz gibi kullanılması, Türkçe'ye özgü hecesel yapının çok güzel bir yansımasıdır.
Farklı dilleri konuşan kişiler arasında, sözgelimi bir soruya cevap vermek isteyen, yüksek sesle ve genellikle sert bir tonda kendi dilinde bir şeyler söyler. Bu eyleme baş, el ve kol hareketleri, yüz ifadeleri eşlik eder. Böyle bir yöntemi (iletişimin en eski tarzının günümüzdeki yansımasının) kültürel genler aracılığıyla bugüne taşınan diğer bir örneği olarak düşünebiliriz. Nitekim, soruyu soran ve soruya muhatap olan kişi aynı dili konuşuyor olsaydı, mesela "sola dön, ikinci sokaktan gir…." şeklinde bir şeyler söylerdi. İşte aslında el-kol hareketleri, verilmek istenilen tarifin yerini tutmaktadır.
Bu örnekte beden dili aracılığıyla anlam verme olgusunun arkasında haklı olarak sözkonusu iki kişinin ortak niyetinin yattığı düşünülebilir. Ne var ki bu iki kişi konuşma dili öncesi bir zamanda örneğin birlikte ava çıkmış olsalardı, yine benzeri eylemleri yapacak ve bu eylemlere eşlik eden sesler çıkaracaklardı. Şüphesiz burada da ortak bir niyet bulunmaktadır; işte ses ve beden dili bu niyete anlam vermekte, varlık kazandırmakta ve böylece onu aktarılabilir hale getirmektedir. Sonuçta tarihsel süreç içinde beden dilimiz ve ona eşlik eden (ünlü harfler ile temsil edilen) sesler, giderek daha karmaşık hale gelmekte ve soyut içeriklerin oluşturulmasına da olanak vermektedir.
Bu bakış açısı çerçevesinde, semiyotik başlığı altında incelenen semantik, sentaks ve pragmatiğin sınırlarını sanırım yeniden çizmek ve içeriklerini de genişletmek gerekecektir. Çünkü yukarıdaki açıklamalar açısından bakıldığında, duygular hissedilebilir içgüdüler olmaktan çıkmış, herhangi bir kavramla aynı (dilsel) özelliklere sahip bir konuma kavuşturumuştur. Bu durumun anlaşılabilir ve açıklanabilir olması, dilin (bilinen pragmatik özelliği yerine) sesletim özelliğini beden diliyle ilgi içinde dikkate alarak sağlanabilir .
Müzik; oluşturduğu ritm duygusu dolayısıyla içgüdüsel ve duygusal yanımızı da ifade edebilen bir anlatım aracıdır; onun bu özelliğiyle, konuşma dilinin dayandığı sesletimin ünlü harflerle olan (ritmik) ilişkisi arasında bİr paralellik kurmak mümkündür; hatta gereklidir. Çünkü bu ilişkinin çıkış noktasında, konuşma dilinin sanırım şimdiye kadar dikkati çekmemiş olan kurgusu bulunmaktadır. Türkçede türküler, Fransızcada şansonlar, Almancada liedler, İngilizcede balladlar, İtalyancada canzone'ler, İspanyolcada canto'lar, Portekizcede fado'lar, japoncada min'yo'lar[7] kendilerine özgü ritmi olan, o dilde ve ancak o dilin sesletim özelliğine uygun terennüm edilebilen müzik parçaları değil midir? Dolayısıyla sesletim, tüm canlıların iletişimine olanak veren -konuşma dili öncesi- ortak bir özelliğimizdir; ama elbette farklı konuşma dillerinde, o dilin kendine özgü ritim ve melodisini yansıtan renklere sahiptir.
Türkçede isim, fiil, sıfat gibi birimler kısa ve vurgulu hecelerle, yani kendine özgü bir ritim aracılığıyla ifade edilmektedir. Böyle bir oluşumun (formasyonun), Türkçenin ortaya çıktığı dönemlerdeki coğrafi, kültürel, yaşam tarzına bağlı etkenlerin sonucunda gerçekleştiğini söylemek elbette mümkündür. Bu formasyonun sadece dilin sesletiminde (telaffuz) değil müziğinde de karşımıza çıkması sürpriz değildir[8]. Dildeki bu özelliğin; anlam kurucu olmanın dışında duyguları ifade edebildiği -daha doğrusu onlara anlam vererek iletilebilir hale getirdiği- anlaşılmaktadır; çünkü başta türküler olmak üzere Türkçe müzik, konuşma dilinde olduğu gibi, kısa ve ünlü harflerin belirlediği hecelerden oluşmaktadır.
Türkçede ünlü harflere (belirli işlevleri olan) ünsüz harflerin eşlik etmesiyle oluşturulan kelimelerin (bu sayede) kazandıkları anlam derinliği ve çeşitliliğini bestelere yansıtmanın en iyi yolu, enstrümanları da kısa ve vurgulu bir şekilde kullanabilmektir. Tüm enstrümanların kullanıldığı klasik batı müziğinde bunu gerçekleştirmek şüphesiz hiç de kolay değildir. Fakat yukarıda da işaret edildiği gibi örnek olarak Dr. Uçarsu'nun ve Fazıl Say'ın beste anlayışlarında bu özellikleri hissetmek mümkündür. Bu sayede Türkçe, bir müzik dili olarak, kendine özgü zarif bir melodik anlatım zenginliğine sahip olmaktadır. Türkçenin ses uyumu üzerine kurulu hece yapısını, şiirden müziğe kadar uzanan bir alanda -Türkçeye- özgü bir anlatımın mayası olarak düşünebiliriz.
Tüm diller gibi müzik de başka dillerden ve müzik tarzlarından, enstrümanlarından elbette etkilenmiştir; burada önemli olan müzisyenin kendine özgü kültürel damarı yakalayabilmesidir. Bunun temel koşulu ana dilinin kültürel genlerinin şifrelerini keşfedebilmektir. P. Picasso'nun "eğer benden vahşi bir at çizmemi isterseniz, atı göremeseniz de vahşiliği kesinlikle görürsünüz" dediği rivayet olunur. Türkçenin kültürel genlerini de göremeyebilirsiniz, ama onu bazı bestecilerimizin müzik anlayışlarında hissedebilirsiniz.
Not: yazıma yapmış olduğu değerli katkıları için Prof. Dr. Dr. Dr. Mustafa Bozbuğa'ya şükranlarımı sunuyorum.
Referanslar:
Adalı, Eşref (2024), Türkçe'nin Mantığı,
Eco, Umberto (2009), Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı (Çeviren Kemal Atakay), Literatür Yay.
Erçetin, Doğan (2007) B Harfinin 10.000 yıllık Hikayesi, 47 Numara Yayıncılık
Gültekin, Asım (2023), Etimoloji Vadisinde, İz Yayıncılık
Gültekin, Asım (2023a), Birden Bine, İz Yayıncılık
Polat, Doğu (Yayına Hazırlayan), (2022), Güneş-Dil Teorisi, Etimoloji, Morfoloji ve Fonetik Bakımından Türk Dili,(Atatürk'ün Dil konusundaki yazıları), Alaca Yay.
Sayılı, Aydın (1978), "Bilim ve Öğretim Dili Olarak Türkçe", Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe (yay.hazırlayan Aydın Sayılı, Türk Tarih Kurumu Yayınları XXIII
Ural, Şafak (2025), "Bilim ve Felsefe Dili Olarak Türkçe", FSMVÜ 5.Eğitim Araştırmaları Kongresi Bildiri Kitabı. yay.no 57. Yay. Hazırlayan M. Sami Adıgüzel
[1] Bu noktada Prof. Dr. Osman Senemoğlu'nun [iletişim kuramına göre "harf" yerine "sesbirim (phoneme)" kavramını kullanmak gerektiği konusundaki] uyarısı için teşekkür ediyorum. Bu durumda belli bir harf (yani sembol) diğer dilde farklı bir sesbirim/phonem olarak karşımıza çıkabilir. Bu da bir sembolün (harfin) sesletiminin (telaffuzunun) o dile özgü olması, yani dillere göre değişmesi anlamına gelmektedir. "Fonem" kavramı da bu ayrımı anlatmaktadır. Diğer bir ifadeyle fonemler (sesletim özelliklerine bağlı olarak) Türkçede (aşağıda ayrıca ele alınacağı gibi) anlamın da temel kurucu unsurlarıdır.
[2] Bkz. U. Eco (2009)
[3] Bu konuda Şamanlar ilk örnekler olarak yorumlanabilir. Bkz Ural, Ş. (2025)
[4] Bu konuda ChatGPT diğer dillerle ilgili şu örnekleri veriyor ve açıklama yapıyor: çocuk ağlamasını taklit eden kelimeler (onomatopoeik ifadeler), kültürden kültüre farklılık gösterir ama çoğu *evrensel benzerlikler* taşır. İşte bazı dillerde çocuk ağlamasını ifade eden taklit sözcükler:
*Türkçe* *"Vaa, vaa" / "Ağğğ"*, Yazılı anlatımda "ağladı", "hüngür hüngür" gibi sözcüklerle desteklenir. *İngilizce* *"Waa waa" / "Boo hoo"* "Cry" fiiliyle ifade edilir; "The baby went waa waa." *Fransızca* *"Ouin ouin"* Bebek ağlamasını taklit eder. *Almanca* *"Wääh wääh"* Benzer bir ses taklidi kullanılır. *İspanyolca* *"Buua buua"* Ağlamanın ses taklitidir. *Japonca* *"Ū-ū" (うーうー) / "Wa~n" (わーん)* Manga ve çocuk kitaplarında sık sık geçer. *Korece* *"Eong eong" (엉엉)* Ağlamayı ifade eden taklit sestir. *Arapça* *"Waa waa" (وا وا)* Halk arasında çocuk ağlaması için kullanılır. *İtalyanca* *"Ueh ueh"* Bebek ağlamasını anlatır.
[5] Bkz Gültekin, A., 2023, S.20
[6] Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bunun için bkz Gültekin, A (2023 ve 2023a); Erçetin,(2007), Adalı, E. (2024), Sayılı, A. (1978), Ural, Ş.(2025)
[7] Bu konuda da ChatGPT'ye başvurulabilir
[8] Bunun bilinen otantik örneği, ChatGPT'nin söylediğine göre "ağız kopuzu" (Jew’s harp, jaw harp, mouth harp) olarak bilinen ve Moğolca ağız çalgısı anlamına gelen "мын хуур (Amyn khuur)", diğer bazı bölgelerde, örneğin Tuvalarda "Khoms", Kırgızlarda "Temir komuz", Vietnamca "Dan moi", Rusça "Vargan" adıyla bilinen bir enstrümandır. Bu enstrüman, ağızla çalınan vurgulu titreşimler aracılığıyla doğayı, atın koşmasını, rüzgarın esmesini anlatmaktadır.