SADAKA VE SADAKAT
Sadaka sözcüğünün anlamı: TDK Türkçe Sözlük’ e ve Dijital Güncel Sözlük’ e göre a) karşılık beklemeden ihtiyaç sahiplerine, fakirlere verilen para, mal vb., b. dilenciye verilen paradır.
İlhan Ayverdi’ nin dijital ortamdaki Kubbealtı Lugatı’ na göre sadaka sözcüğü dilimize Arapça (ﺻﺪﻗﻪ)’ dan alınmıştır. Anlamı: 1. Karşılık beklenmeden sâdece Allah rızâsı için fakirlere verilen para, mal vb.2. Özellikle dilencilere verilen para 3. Dini anlamda verilen zekât ve sadaka-i fıtr- صدقة الفطر (=fitre) dir. 4. Mecazi anlamda, örneğin “aklının sadakasını verse o ihya olur…” şeklinde bir şeyin feda edilebilecek küçük bir parçası anlamında bir deyimin içinde yer alan sözcük.
Aynı sözlüğe göre sadaka sözcüğünün çoğulu sadakalar anlamında sadakat sözcüğüdür. (ﺻﺪﻗﺎﺕ) ‘tır. (ﺻﺪﺍﻗﺖ) Sadāḳat kendisine iyilik edene, lutufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hâinlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme halidir.
TDV İslam Ansiklopedisi sadaka sözcüğünün anlamını الصدقة gönüllü olarak veya dinî bir vecîbeyi yerine getirmek üzere ihtiyaç sahiplerine yapılan maddî yardım olarak açıklamaktadır. Ayrıca Ramazan ayında verilen fitre için de benzer açıklamaları yapmaktadır. Aynı kaynakta sadakat sözcüğünün de aynı kökten الصدق türediğine değinildikten sonra anlamı niyette dürüstlük, söz ve davranışların doğru ve gerçeğe uygun olması anlamında bir ahlâk terimi olarak açıklanmıştır.
İsmet Zeki Eyüpoğlu’nun Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü’ ne göre (s.570) sadaka Arapça sıdk kökünden türetilmiştir ve doğruluk, arınmışlık anlamına gelir. Ayrıca dilenciye verilen para veya başka bir şeydir.
Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ ına göre (s.1059) sadaka, fakire verilen bir şey veya para ve zekât anlamlarına geliyor. Kökeni de sıdk’ tır. Sadakat da sadakanın çoğulu olup aynı kökten türetilmişlerdir. Sadâkat’ ın diğer anlamı doğruluk ve vefadır. Vefa da özetle, verdiği söze bağlılıktır, sadık kalma yani bağlı olma durumudur.
Sevan Nişanyan da Sözlerin Soyağıcı’ nda (s.411) Arapça sadaqa’nın kökünün sdq ve kökeninin de Aramca erdemlilik, şedaqa olduğunu Türkçede fakire para verme anlamına geldiğini yazmaktadır.
Şemseddin Sami’nin Kâmûs-ı Türkî’sinde (s.641-642) sadaka sözcüğünün anlamı fukaraya verilen şey olarak açıklanmıştır. Sıdk kökünden gelen Sadakat sözcüğü de dostluk ayrıca efendi ve velî-nimete şekür ve minnetdâr olup hakkî nimetini unutmama olarak açıklanmıştır.
Meydan Larousse (s. 10-811) sadaka ve sadakat sözcüklerinin köklerinin Arapça “sıdk” olduğuna değindikten sonra anlamlarını a) dilenciye verilen para, b) sevap kazanmak için iyilik amacıyla fakire verilen para olarak açıklamaktadır.
Ansiklopediye göre sadakanın tarihi kökleri Eski Ahit’ e kadar uzanmaktadır. Oradan Hristiyanlığa geçmiştir. İslamiyet’ te de uygulanmıştır. Sadaka-i fıtr ve zekât parasının veya maddi eşyanın da tarihtemi ve fıkıhtaki kökleri araştırmaya değer bir konudur. Fitre sadakasının miktarı yetkili bir makam tarafından belirlenmektedir. Ayrıca bir başka sadaka da zekâttır. Bu da sahip olunan mal ve iratlarının masraflar çıktıktan sonra kalan miktarın kırkta biri yani % 2,5 olarak belirlenmiştir. Bu sadakaların ilki ramazan aylarında diğeri yılın herhangi bir gününde verilebilmektedir. Bu uygulamaların amacı başından bu güne kadar aynı dine inanmış olanlar arasında yardımlaşma, dostluk ve kardeşlik duygularının geliştirilmesidir.
Yine Meydan Larousse’da da açıkladığı gibi “başım gözük sadakası” adı altında birilerine verilen bir paralar veya değeri para iye ölçülebilir şeyler de başa gelebilecek bir belayı önleyeceğine inanılarak verilmiş olan sadakalardır.
“Verilmiş sadakanız varmış” şeklinde söylenen söz ise bir kazayı ucuz atlatan kimse için daha önceden verilmiş olan bir sadakayı ifade etmek için kullanılmaktadır.
Yani iki sözden birisi geçmişte olan diğeri gelecekte olabilecek bir kazadan, beladan sakınmayı veya şükretmeyi amaçlamaktadır. Bir tür sigorta primi gibi !
Yine geleneğimizde sadaka verme ve almanın toplumsal yarar ve sakıncaları göz önünde tutularak bulunmuş bir orta yol vardır. Bu yol “veren elin alan eli görmemesi” şeklinde ifade edilmektedir. Yani sadakayı veren ve alanın kimliğini saklı tutulmak istenmektedir. Halkımız sadaka almanın yaratacağı ezikliği ve sadakayı verenin de alan üzerinde kurmak istediği görünür görünmez egemenliği bir ölçüde engellemek istemektedir. Ancak özünde iyi olan bu düşünceler sorunu gizlemenin, ötelemenin dışında bir yarar sağlamamaktadır.
Sadaka ile özveri ve sadaka ile fedakârlık kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Özveride karşı tarafın yoksul veya varlıklı olması ve verilen şeyin parasal değeri önemli değildir. Fedakârlık kavramı içinde kendisi için çok kez önemli olmayan şeyler yani feda edilebilecek kadar küçük şeyler söz konusudur. Sadaka kavramında ise daha çok feda edilebilecek küçük, önemsiz şeyler yer alır. Yukarıda sadaka sözcüğünün anlamlarını incelerken bunu belirlemiştik.
Belki de sadaka, özveri, fedakârlık gibi kavramları daha sağlıklı bir yere oturtabilmek için yabancı bir terime, altruizm sözcüğüne başvurmamız gerekmektedir. Altruizm teriminin birey ve toplum ilişkilerinde ikisinin birbirlerine karşı hak ve yükümlülüklerini belirlemede daha kullanışlı olduğunu düşünmekteyim.
Fransızcada sadaka ve sadakat ayrı sözcüklerle ifade edilmektedir. Sadaka için
aumône (charité), sadakat için fidélité (constance) kavramları kullanılmaktadır. Sadakat sözcüğü için aynı sözlüklerde açıklayıcı olarak deveoument attechmenet/ fedakârlık ve bağlılık nitelemeleri de eklenmektedir. İngilizcede de benzer şekilde charity, loyalty sözcüklerine yer verilmiştir.
Latincede hayırseverlik karşılığı olarak caritas ve fides sözcükleri kullanılmaktaysa da konuya Katolik kilisesinin el atmasından sonra hayırseverliğin 12-13. Yüzyıllarda kurumsallaştığını görmekteyiz. Charitas Vatikan için başta misyonerlik olmak üzere doğal afetlerde çeşitli hayırseverlik (!) faaliyetleri ve insani yardımlaşmalarını gösterdikleri bir alan ve yaygınlaşmış, önemli bir kurum olmuştur.
Türkiye’de de yardım yapmak isteyen ve yardıma gereksinim duyan yurttaşlar için Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, Darülaceze, Darüşşafaka, ÇYDD; TEV, AFAD ve AHBAP gibi kurum, kuruluş ve dernekler vardır. Ülkemizde ve dünyada her türde yardıma gereksinim duyanlara tek tek insanların verecekleri sadakaların, yapacakları yardımların yetersiz ve düzensiz olması karşısında bu yardımların belli bir merkezden belli bir disiplinle ulaştırılması gerekli ve zorunlu olmuştur.
İşin içine para girince her türden yardımların toplanması ve yerine ulaştırılması her zaman sorunlara neden olmaktadır. Bu yüzden denetime açık bir örgütlenme gerekmektedir.
Sadaka konusuna gelince; toplumda uygulanmakta olan ekonomik sistemler birilerini tüketim çılgını yaparken diğerlerini geçim derdi ile baş başa bırakıyor. Öncelikle bunun nedenlerinin incelenmesi ve ortadan kaldırılması esas olmalıdır. Toplum halinde yaşamanın olmazsa olmaz koşulu, topluluğun her bir bireyine yeteneklerine ve becerilerine uygun bir iş ve geçinmesine, onun birey olarak kendisini geliştirmesine yetecek düzeyde bir gelir elde etme olanağının sağlanmasıdır. Bir toplumda barış ve güvenliğin, refahın temeli budur. Toplumda cefa ve sefa eşit olarak dağıtılabiliyorsa huzur ve mutluluğun önünde bir engel yok demektir.
Bu eşitliğin benimsenip uygulanmaması durumunda denge bozulacak, toplumda yoksul ve varsıl adıyla sınıflar oluşacak ve çatışma kaçınılmaz bir hale gelecektir.
Konfüçyüs'e ait olduğu söylenen şu sözler olması gerekeni ne güzel anlatmaktadır. “ Bir kişiye balık verme, balık tutmayı öğret.” İster ailede, ister okulda veya herhangi bir yerde topluluğun her bir bireyinin bir diğerine bildiğini, kendinden öncekilerden öğrendiklerini öğretmek ödevi vardır. O kişi de öğrendiklerine bir şeyler, yeni deneyimler ekleyerek kendisinden sonrakilere aktaracak, öğretecektir. Her bir birey balık tutmayı yani üretmeyi öğrenince ve öğrendiklerini uygulayıp üretince gereksinimlerini kendisi karşılayacak, kendi kendine yeterli olacak ve toplumun tamamı mutlu bir hayat yaşayacaktır.
Bilgiyi öğreten ile bilgiyi öğrenen arasında maddi anlamda bir borç-alacak ilişkisi olmayacaktır. Bilgiyi alan da veren de birbirine bağlı kalmayacaktır. Medyunluk, mağrurluk olmayacaktır. Aralarındaki eşitlik ilkesi bozulmayacaktır. Çünkü bilgi evrenseldir. Bilginin bilinen bir sahibi yoktur, olamaz. Lisans, patent ve know how gibi şeyler başka amaçlara hizmet ederler. Bilgi sahiplerinin korunması başka yollarla rahatça sağlanabilir.
Balık tutmayı öğretmek yerine, birine balık verilmesi durumunda bu kişiler arasında bir astlık üstlük ilişkisi kendiliğinden doğar. Bozulan bu dengenin düzeltilmesi için balığın değeri kadar başka bir şeyin mutlaka verilmesi gerekir. Bu değer maddi bir “şey” veya “para” dır. Balığı alıp kabul eden ama onun karşılığında bir şeyi veya bir parayı veremeyen kimse onların yerine başka bir şeyi vermesi gerekmektedir. Bu şey ne yazık ki; onun onurudur. Bu topluluğun eşit bir bireyi olma onurundan koparılan bir parçadır.
Koparılan bu parça balığı tüketende, kullanan kişide bir eziklik, parçayı eline geçiren kişide ise kibir, kendini üstün görme, karşısındakine isteklerini yaptırma gücü gibi olmaması gereken yeni, kötücül özellikler kazandırır.
Günümüzden biraz geriye gidelim. Avrupa’da feodalitenin, Anadolu’ muzda derebeyliklerin, yaşandığı dönemleri düşünelim. Yasalarla veya yasalara karşın elde edilmiş toprakların sahipleri senyörler ve toprak ağaları bir tarafta ve diğer tarafta toprağı olmayan kiralayan fiefler ve marabalar, en altta da serfler ve ırgatlar, ameleler. Serfler, ırgatlar köle değillerdir, köleler gibi alınıp satılmazlar ama köleler gibi çalıştırırlar. Vasal, fief ya da toprak ağası nasıl bir yaşam öngörüyorsa öylece yaşamak zorundadırlar. Bunların evlenmelerine bile senyörler, toprak ağaları karar verirler. İlk gece hakkı adıyla insan onuruna aykırı şeyleri kendilerinde hak olarak görürler. Toprakların sahipleri, aristokratlar akla gelen her şeyin en iyisine, lalalara, mürebbiyelere layıktırlar. Diğerleri ise kendisi için bir şey öğrenmek bir yana kuru ekmeğe bile muhtaçtırlar. Onların öğrenebilecekleri toprağın daha iyi işlenmesi ve atölyede işlerin en iyi şekilde yapılabilmesi için gerekli bilgilerin edinilmesinden ibarettir.
Serf, ırgat ve amelenin iki ödevi vardır. 1-Kendisine verilen sadakaya, uzatılan ekmeğe şükretmek, onları lordum, ağam diye selamlamak 2- Efendisi durumundaki bu kişileri ve kişilerin mal varlıklarını kendisininmiş gibi korumak, işine ve patronuna sadakat, ölümüne sadık, bağlı kalmaktır.
Denebilir ki; ne feodalite kaldı ne de toprak ağalığı, doğrudur. Sistem değişti şimdi tarlaların, çiftliklerin yerini fabrikalar, plazalar aldı. Serflik bitti, ücretli işçilik geldi, doğrudur. Feodal dönemin sosyal kültürel yapısı bitmedi, o devam ediyor.
Biz yukarıda sadaka ve onun çoğulu olan sadakat sözcüklerinin sözlüklerimizdeki anlamlarını açıklamak için çırpınırken İlhan Ayverdi’den ve Şemseddin Sami’den kısa iki alıntı yapmıştık. Onları buraya tekrar almak yararlı olacaktır.
Sadakat: “Efendi ve velî-nimete şekür ve minnetdâr olup hakkî nimetini unutmama.” Benim onca çırpınmamı, uğraşımı Şemseddin Sami tek bir cümle ile özetleyivermiş.
Sadāḳat kendisine iyilik edene, lutufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hâinlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme halidir. Sadāḳat kendisine iyilik edene, lutufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hâinlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme halidir.
İlhan Ayverdi de bir cümlede her şeyi anlatıyor.
Sözünde durmamayı, yalan söylememeyi ifade için dilimizde ve başka dillerde çok güzel kavramlar bulunmaktadır. Örneğin Latincede “pacta sunt servanda” yalın tertemiz bir sav sözdür.
Toplumun bireylerini herhangi bir şekilde üretim araçlarına sahip olanlar veya olmayanlar diye ikiye ayırdıktan sonra o bireylerin eşitsiz koşullarda kazanmaları ve tüketmeleri doğal bir hale gelecektir. Bu eşitsizlikler devam ettikçe birileri yardıma muhtaç birileri yardımsever olacaktır.
Latin Amerika’nın devrimci lideri Che Guevara "Birilerini muhtaç bırakıp, sonra onlara yardım etmek, planlanmış cinayettir." demektedir. Asıl olan yoksula yardım etmek değil, yoksulluğu ortadan kaldırmak olmalıdır. Bu bir anlayış konusudur, ama fakat diye geçiştirilemez.
Yardım konusu iktidarın veya muhalefetin politikalarının bir parçası yapıldığında her zaman kötüye kullanma aracına dönüşebilir. Bir ülkenin yurttaşları kendilerine lütfedilen yardımları almak için değil fırsat eşitliği içinde yaşamak, gücü oranında üretmek, gereksinimi kadar tüketmek ve bu dünyada bilgi, beceri ve yeteneklerini, kafalarında yarattıkları ülküleri geliştirmek isterler. Politikacıların tüm programları buna göre düzenlenmelidir.
İnsan bu dünyaya bir kez gelmektedir. Yaşadıklarının tekrarı, yaşayacaklarının ertelenmesi söz konusu değildir.
Politikacı ve seçmen yurttaşlar “yardım vaadi - oy” denklemi ile demokrasi değil ancak bir oligarşi toplumu yaratabilirler. Bu oligarşi temelinde bir eşitsizlik, sömürü ve bu sömürü sonrasında haksız bir zenginlik ve hak edilmeyen bir fukaralık durumu yaratır.
Böyle durumlarda politikacıların ellerindeki gücü, olanakları halka “müjde” olarak sunmaları kirli bir rüşvetten başka bir şey değildir. Aynı şey sade yurttaşlar için de geçerlidir.
Fukaralığa karşı bir yanda doğal bir isyan öte yanda olası isyanları bastırabilmek, oligarşinin devamını sağlamak için zor kullanımı gerekecektir. Atalarımız “biri yer diğerleri bakarsa bundan kıyamet kopar” derken bu toplumsal gerçekliği anlatmak istemişlerdir.
Eğer toplumun büyük çoğunluğu bu haksızlığa sesini çıkarmıyorsa veya çıkaramıyorsa bunun iki dayanağından biri sadaka ve diğeri devlet belli amaçları gerçekleştirmek içen dağıttığı sübvansiyonlarıdır.
İnsanlar diğerlerinin içinde bulundukları durumdan kurtulması için değil bu durumun devamı için sadakayı bir sigorta primi gibi görüyorlar. O sadakayı vermezlerse var olan durumlarının tehlikeye gireceğini biliyorlar veya öyle zan ediyorlar. Diğerleri ise zekâsına, zekâsından çok kurnazlığına ve talihine güveniyor Sabırla kendilerinin sadaka alacak değil verecek günlerinin gelmesini bekliyorlar. Bu yüzden statüko böylece sürüp gidebiliyor… Acı ama yaşanılan gerçek bu.
Bundan da acı olanı yardıma muhtaç olan, muhtaç hale getirilenlerin yaşadıkları ruhsal cehennemdir. Hedef bu durumda olanları o cehennemden çekip çıkarmak, onlara yetenek ve becerilerini geliştirebilecekleri, kimseden yardım beklemeyecek, çalışıp kazanacak, kimseye borçluluk duygusu duymayacak, ah edip içini çekmeyecek özgür ve eşit yurttaşlar olacakları ortamı sağlamak olmalıdır.
Bu yazılanların hiçbir hayal, hiç biri ütopya değildir. Ama yaşanmakta olan acılar, elem, keder, tasa tamı tamına bir distopyadır. Yurttaşlık bilincinde olan her yurttaşın bu distopyaya hayır demek hakkı ve ödevi vardır.
Bir toplumu oluşturan bireylerin ödedikleri sadakalarla kendilerine veya yararlandıkları sisteme sadakat satın almaları asla kabul edilemez ve edilmemelidir. İster normal zamanlarda ve isterse felaket durumlarında halka yapılacak olan yardım değil toplumsal bir sorumluluk ve yapılması gerekli ödevlerdir. Devlet görevlileri aracılığıyla bu ödevini yerine getirmektedir. Devlet daha önce insanlardan topladığı vergiler ile yapması gereken harcamaları yapmaktadır.
Verdikleri sadakalarla kendilerini iyiliksever olarak görenler de artık vicdanların rahatlatmak için başka bir yol bulmalıdırlar. Kullanmadıkları ve kullanılamayacak eşyalarından kurtulmayı sadaka olarak görenler de bir kez daha düşünmelidirler. Hele de sadakayı verdikten sonra kendilerine sadık fakirler yarattığını düşünenler bu süfli düşüncelerden kendilerini hemen kurtarmalıdırlar.
Yapılan bir yardımı kabul etmek zorunda kalanların da mutlaka ve en kısa sürede yardım beklentisinden kurtulması, hakkı olanın yardım değil sömürüsüz, eşit ve özgür bir yurttaşlık hakkı olduğunun bilincine varması gerekmektedir.
Bu yazının amacı insanlar arasında olması gereken yardımlaşma, dayanışma ve ortaklaşma duygularının daha da geliştirilmesi ve ancak sadaka ve sadakat kavramlarının sakıncalarına dikkatlerin çekilmesidir.
30.12.2023
Ali Can Polat
“Birine balık verme, ona balık tutmayı öğret”
(Her Telden Şairane Şiirsellikler s. 97- Ali Can Polat)