DİLDE YABANCI HAYRANLIĞIMIZ
Bu yazı dilimizin yapısını ve semantik özelliklerini anlatmak amacıyla yazılmadığı gibi dilimizde kullandığımız kavram ve terimlerin köken ve anlamlarını irdelemek için de yazılmadı. Bu yazıda dilimizin etimoloji sorunu kadar belki ondan daha da önemli olan bir sorununa değinmek istiyorum: Dilde Yabancı Hayranlığımız.
Mütevazı ölçüler içindeki bu yazımı herhangi bir nedenle okumak isteyen, okuyan kişiye küçük bir uyarıda bulunmak istiyorum. Aşağıdaki satırlar size çok tuhaf gelebilir. Örneğin dünya dolusu sorun varken uğraşacak bunları mı buldun diyebilirsiniz. Beni cahillik ile öteleyebilirsiniz. Beni dil konusunda takıntılı bir kimse olarak niteleyebilirsiniz, dil şovenizmi ile suçlayabilirsiniz. Bu yargılarınıza saygı duyarım. Aşağıdaki satırlar belki benden önce başka birilerince de dile getirilmiş ve bir sonuç alınamamış olabilir. Varsın öyle olsun, umut kalacağına ve keşke diyeceğime yaptım olmadı diyeyim. Benden geriye emek kalsın diye yazıyorum. Yazdıklarımı çok nahif bulanlar da olabilir, kimisi de yetersiz bulabilir. Onları da anlayışla karşılarım. Bu yargıya varmış olanların elbette okumayı sona erdirme özgürlükleri vardır. Onlara da en az bu yazıyı sonuna kadar okumuş olanlara duyduğum saygı kadar saygı duyarım. Bu konularda düşüncelerini açıklayan, eleştiren olursa onlardan bu yolla edineceğim bilgileri değerli bir hazine gibi belleğimde saklarım.
Hepimiz dilimizin yeterince bilinmediğinden, dilimizdeki ve yabancı dillerden gelen kavram ve terimlerin anlamlarını doğru anlayıp yerinde kullanılmadığından yakınmaktayız. Kimileri bu kadar basit konularla uğraşılır mı, bu kadar basit şeyleri herkes bilir, ne var bunda diyebilirler. Masa başında oturup işin kolayına kaçarak bunca yıl geri bırakılmış olmanın sonuçlarının haliyle böyle olacağını söyleyebilirler. Aynı kolaylıkla halkımızı cahillikle de suçlayabilirler. Haksız da sayılmazlar. Bunların hepsi anlaşılabilir şeylerdir.
Dil konusu 200 yıldan bu yana, hatta daha öncesinde hep tartışılmıştır. Türkçenin geri kalma ve geri bırakılma nedenlerini hiç veya yeterince araştırmadan yabancı sözcükleri dilimize sokarak, dilin yapısını de değiştirip onlar bu sorunu çözümleyebileceklerini düşünmüşlerdir. Elbette daha geniş akademik çalışmalarda bu sorunlar yine uzun uzun tartışılabilir. Ancak Cumhuriyetle birlikte, çağın sosyoekonomik ve sosyokültürel koşulları ile çok büyük ölçüde örtüşen kararlarla çözüm yolu belirlenmiştir. Artık ne yapmalı sorunu bitmiş ve nasıl yapmalı sorunu gündeme gelmiş oturmuştur.
Eskiye dönüş olanağı her yönüyle olanaksızdır. İyi niyet ile yapılan çalışmaları baştan kötüleyip alaya alarak bir yere varılamaz. Artık bu konulara ilgi duyanlar, düşüncelerini özgürce konuşup tartışarak dilin gelişimi yönünde yürümelidirler
Nasıl yapmalı derken işin mutfağına girilmesi gerektiğini söylemek istiyorum.
Ben bu yazımda dilbilim açısından dilimizin sorunlarını irdelemeyi düşünmüyorum. İşin mutfağında gündelik bir soruna eğilmek istiyorum.
Bilindiği gibi adlarına AVM denilen alış veriş yerlerinde satış yapan işyerlerinin dörtte üçü yabancı ad altında çalışıyorlar. Bu işyerlerinde satılan ürünlerin yarısı da yine yabancı ad taşıyor. İşte onlardan bir tanesi MADAM COCO. Yine bununla kardeş görüntüsü veren bir başkası ENGLISH HOME. Adlarını vermekte bir sakınca görmüyorum çünkü bu yazacaklarım onlar tarafından bir onur, gurur kaynağı. Ayrıca bu yazılanların hiç birinin onların kazançlarını artırıcı veya azaltıcı bir etkisi bulunmamaktadır. Onlar işin doğasının bu olduğuna, işlerin böyle yürüdüğüne ve başka bir yol da bulunmadığına kendilerini inandırmışlar. Başka bir anlatımla bu eleştirilerin hiç biri bu işyerlerine özgü değildir. Onların adı sadece konunun iyi anlaşılması için buraya alınmıştır.
Önce şu “ad” konusu ile başlayalım. Bir şirketin bir firma sahibinin kendilerine yabancı dilden bir ad koymasının arkasında yatan nedenler nelerdir?
Ev tekstil ürünleri denince aklımıza gelen ilk markalardan bir tanesi English Home aslında bizden bir marka. Adının İngilizce ve çevirisinin de “İngiliz Evi” olmasına takılmayalım. Soruşturmalarımız sonunda bu markanın Turgut Aydın Holding'e ait bir marka olduğunu öğreniyoruz. Markaya bu adın seçilmesindeki başlıca neden İngiliz stili ev tarzını yansıtmayı amaçlamasıdır. Üretim ve satış aşamalarında bu amacın gerçekleşip gerçekleşmediği tartışılabilir ama işletme sahiplerinin istedikleri kazanç amaçlarına ulaştıkları kesin.
Fransız görüntüsü yaratma amaçları olan bir başka marka da Madame Coco’ dur. O da English Home gibi çok büyük bir kitlenin beğenisini kazanmayı başarmıştır. Madame Coco da aslında bir Türk markasıdır. Kurucusu İlhan Tanacı’ dır ve bu kişi English Home'un eski sahibidir. İlhan Tanacı tıpkı İngiliz ev stilini yansıtmak için English Home markasını oluşturduğu gibi Fransız tarzı bir hava vermek için de bu yeni markasına Madame Coco adını seçmiştir. Herkes Madame Coco'yu Fransız bir markası sanıyor.
Gördüğünüz gibi bu iki marka da Fransız veya İngiliz değil Türk sermayeli iki firmadır. Uzatmadan söyleyelim, bu iki firma yabancı marka adıyla halkı kandırmaktadırlar. Halkın gözünde yaratılan “yerli kötü, yabancı iyidir” algısından yararlanmaktadırlar. Amaçları sonuç olarak halka hizmet olmaktan çok kazançlarını artırmaktır. Hayır denebilir mi, diyebilirler mi?
Bu iki firma ve daha yüzlercesi niçin böyle yapıyor veya kendini böyle yapmaya niçin zorunlu hissediyor?
Çok eskiye gitmeye gerek yok, mirasını devir aldığımız Osmanlı Devleti varlığını ve sürdürebilirliğini genel olarak üretime değil gaza/fetih ekonomisine bağlamıştı. Kendisine bağladığı halklardan aldığı ganimet veya topladığı vergilerle 600 yılı aşkın bir süre ayakta kalmasını başarabilmiştir. Ancak çağdaşı olan halklar bilim ve teknoloji ile büyük gelişmeler sağlamışlar, tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüşmüşler ve daha bol, daha ucuza ve daha kolayına üretmeyi başarmışlardır. Bu üretim tarzı onlara belli bir uzmanlık da kazandırmış. Üretilen mal ve hizmetlerin niteliği de yükselmiştir. Osmanlı geri bir tarımdan ve el tezgâhından ileri bir manifaktür aşamasına dahi geçememiş iken Avrupalı çağdaşları fabrikasyon üretimiyle yüksek nitelikli mallar üretmişler ve kurdukları ticaret ağları ile onları çok uzak ülkelere taşıyabilmişlerdir. Böyle olunca dışarıdan getirilen ürünlerin halkın beğenisini kazanması kadar doğal bir şey olamaz. Bir de buna emperyal baskılar ve içten ve dıştan yaratılan algı çalışmaları eklenince yerli sermayenin rekabet şansı da ortadan kalkmıştır.
Cumhuriyet ile birlikte bir silkinme olmuş, kıt sermaye ile ve doğrudan devlet eliyle veya devletin desteği ile tarım ve sanayi alanlarında önemli ilerlemeler sağlanabilmiştir. Ancak bu girişimler uzun süre devam etmemiş, bir yandan Batı dünyasından gelen baskılar öte yandan devlet desteğini alarak palazlanmaya başlamış olan yerli sermaye daha ucuza mal edebilmek için ürünün niteliğini düşürme yoluna gitmiştir. Türkiye sermayesi ithal ikameli bir anlayış ile göreceli bir büyüme sağlamış ve dışardan aldığı yarı mamulleri üzerine çok az katma değer ekleyerek yabancı ürün fiyatına yakın fiyatlarla satmışlardır. Fabrikalaşmak yerine montaj sanayisini seçmişlerdir. Yönetim kadroları ile anlaşarak kazandıkları ihalelerle tedarikçi olmuşlar, zenginleşmişler ve yabancı firmaların burada adeta birer uzantısı durumuna gelmişlerdir. Cumhuriyet kadrolarının iyi niyet ve özverili çalışmalarına karşın yerli ve milli bir burjuva sınıfı yaratılamamış tam tersine komprador bir burjuva sınıfı doğmuştur. 1950’li yıllardan sonra ise süreç daha da hızlanmış, bir türlü ulusal olamayan yerli sermaye küresel güçlerin, uluslararası sermayenin bir parçası olmayı kendi çıkarlarına daha uygun bulmuştur. Onlar için amaç halkın veya ulusun gelişmesi, kalkınması, barış, huzur ve refah içinde yaşaması değil sahibi oldukları şirketlerin büyümesidir. Bu amaçlarını gerçekleştirirken halkın milli ve dini duygu ve düşüncelerini kullanmayı da hiç ihmal etmemişlerdir. Halkın gelenekleri eğer onların şirketlerini büyütmeye yardımcı oluyorlarsa onları kendi çıkarları için kullanmaktan geri durmamışlardır. Hatta onları kendi anlayışları ile yeniden şekillendirme yoluna gitmişlerdir.
Batı toplumlarında uluslaşma süreci ekonomik gelişmelerin bir sonucu olarak ve ona koşut bir tarzda gelişirken Osmanlı bu konuda da geç kalmış, deyim yerinde ise çağını ıskalamıştır. Büyük Paylaşım Savaşları öncesinde her ulus kendi burjuvazisinin pazarları için varını yoğunu kullanmıştır. Belli sınırlar içinde bir pazar ekonomisinin varlığı ve sürdürülebilirliği aynı dili konuşan insanların bir arada oluşunu gerektirir. Böyle olunca devletin ve o topluluğun başat karakteri burjuva ekonomisi ve ulusal kültürüdür. Bu kültürün en önemli ögesi ise hiç kuşkusuz dildir.
Ülkemiz de cumhuriyet yönetimi ile ekonomik kalkınma için kendine bir burjuva yaratma projesini seçmiş ve bu projeyi uygulamıştır. Ne yazıktır ki; Cumhuriyetin kendi elleri ile var edip büyüttüğü sermaye sınıfı istenen ulusallaşma sürecine yardımcı olmamıştır. Ulusallığı değil kompradorluğu seçen bu sosyal sınıf için dilin beklendiği gibi bir önemi yoktur. Bu sınıf için dil, ilişki içinde olduğu şirketler ve o şirketlerin bağlı olduğu kültür ve dildir. Kendi ürünlerinin müşteri olanlarca adının ve fiyatının bilinmesi onlar için yeterlidir. Bunun böyle olduğunu ben ne kadar anlatsam aşağıda bu firmalardan birinin, Madame Coco’nun sattığı ürünün üzerindeki etikette yazılı olanlar kadar etkili olamaz. İşte o ürün ve üzerinde yazılı olanlar.
Cher Duvet Set
King Size
Quilt Cover 260 x 220 cm
Quilt Cover 94 x 86 in.
Flat Sheet : 240 x 260 cm
Flat Sheet : 94 x 102 in.
Pillow case:50 x 70 cm - 2 pcs (piece)
Pillow case: 50 x 70 in. - 2 pcs
www.madamecoco.com
Tarafımdan yapılmış olan çeviri:
Cher Nevresim Takımı (Cher ne demek, özel bir ad mı?)
Kral boy- (Queen’ler yine hapı yuttu. Unutuldu gitti. Kadınların bir itirazı ise yok) Avrupa’da King’lerin çoğu Queen’lerden ayrı yatıyor. 2 kişilik çarşafa ve nevresime niçin gereksinimleri olsun? Onların döneminde nevresim var mıydı, bilemiyorum.
Nevresim Takımı: 260 x 220 cm
Nevresim Takımı: 94 x 86 inç.
Düz çarşaf: 240 x 260 cm
Düz çarşaf: 94 x 102 inç.
Yastık kılıfı: 50 x 70 cm - 2 adet
Yastık kılıfı: 50 x 70 inç - 2 adet (cm noktasız. In, in. olarak noktalı yazılmış)
www.madamecoco.com
Öngörebileceğiniz gibi bu firmanın ve benzeri firmaların müşterilerinin çok büyük bir bölümü Türkiye’de Türkçe konuşan insanlardır. Türkiye’de Türkçe konuşan insanlara satış yapıyorlar, onlardan para kazanıyorlar ama onların dillerini konuşmuyor, yazmıyorlar. Türkçeden bir ejderhadan kaçar gibi kaçıyorlar. Bunun doğal olduğunu kim söyleyebilir? Bu firmaların kendilerine güveni, müşterisi olan halka da saygıları yoktur.
Laf sırasına gelince mangalda kül bırakmazlar ama durum da bundan ibarettir. Bu firmalar nasıl böyle rahat hareket edebiliyorlar? Bu sorunun yanıtı halkın tepesinde yarattıkları algı zorbalığıdır. Ayrıca İngilizce yazınca halk anlamayacak ve sorgulayamayacaktır. Bu onlara büyük bir rahatlık sağlamaktadır. İngilizce yazınca mutlaka doğrudur ve iyi bir şeydir algısı yaratılıyor. Bir yanlışlarını görseniz ve en küçük bir itirazda bulunsanız hemen sistem böyle karşılığını alırsınız. Sizin tek yapmanız gereken şey etiketin üzerinde yazılı olan miktarda parayı kasaya ödemeniz, daha az para ödemek istiyorsanız (önceden bindirilmiş fiyatların) indirimleri takip etmeniz, bonusları biriktirmenizdir. Tüm satış elemanları her an “size nasıl yardımcı olabilirim” diye güler yüz gösterirler. Anlamadığınız bir şeyi soracak olsanız size uzaydan mı geldiniz diye bakmayı ihmal etmezler. Sizin kendinizi suçlamanıza, ben ne kadar aptalmışım demenize özenle yardımcı olurlar. Her şey etiketin üzerinde yazılıdır. Çalıştırdıkları elemanlarını da ne kadar güzel eğitmişlerdir. Orada asgari ücretle çalışan bir hanım kızımız veya bir delikanlı oğlumuz size öyle tepeden bakarlar ki; o bakışlar altında ezilir büzülürsünüz, ufacık kalırsınız.
Fotoğraflardan ikincisine baktığınızda ürünün Türkiye’de yapıldığı ve Türk malı olduğu birkaç dilde yazılmıştır. Türkçe ise en sonda yarı okunur yarı okunmaz haldedir.
Türkiye’de üretilen veya dışarıdan gelen yabancı ürünlerin ambalajları içine bilindiği gibi kullanma kılavuzları da konulmaktadır. Bunların Türkçeleri ile aletin nasıl çalışacağını veya o ürünün nasıl kullanılacağını öğrenemezsiniz. İngilizce ve Fransızcalarını kendiniz çevirmeye çalışırsınız. Bu yakınmalar benim abartmalarım değil sizlerin de her ürünü ambalajından çıkardıktan sonra yaşadığınız kâbuslardır. Aynı şeyler ilaç prospektüsleri için de geçerlidir. Yazıların bazılarını okumak için önce bir büyütece gereksiniminiz olur. Yazılan yarım Latince, yarım İngilizce biraz da Türkçe bir sürü sözden hiçbir şey anlamaz, hatta iyi dil bilenler de anlayamaz ve en sonunda eczacının kutunun üstüne kargacık burgacık harflerle, rakamlarla yazdığı 2 x 1, aç-tok karına sözleri ile yetinirsiniz. Eğer kutunun içindeki bu prospektüsler okunmayacak, okunamayacak ise oraya niçin konulur. Konmuş ise niçin anlaşılabilir bir Türkçe ile çevirisi yapılmaz? Sağlık Bakanlığının ilaç prospektüslerinin veya Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının bu çevrilerle uğraşan elamanlarının yabancı bir dil bilip bilmediklerini düşünmeye başlarsınız.
Aynı alış veriş merkezinde bir alt katta, bir başka levha gözüme ilişti. Bir kahvehane, adı Madame L… Söyleyecek bir şey bulamadım. Yine de iyi niyetle bu işveren yabancıdır, Türkiye’ye gelmiş yerleşmiştir, adını da değiştirmiştir ama bağlı olduğu eski kültüründen bir türlü kopamamıştır diye düşünmeye çalıştım. L… hanım veya L… kadın denmesini kendine yakıştıramamak nasıl bir duygudur! Bizler Madame deyince onun veya bize sattığı mal veya hizmetin hangi değerinde bir artma olacak veya hanım deyince nesi eksilecektir? Oturduğu sırça tahtan mı düşecektir?
Fransız devrimi sonrasında kapitalist sistem için söylenmiş, Adam Smith’e ait bir söz vardır. Laissez Passer, Laissez Faire. Yani bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler. Yasa falan sadece onların yapıp geçmeleri içindir. Yani tam bir Anarko Kapitalizm tiplemesi. Türkiye’de emperyalist güç odaklarınca ve doğrudan devlet tarafından desteklenen bu sosyal sınıf artık bir güç zehirlenmesi yaşamaya başlamıştır.
İşin daha acı tarafı halkın bu olup biteni kanıksamış olması, bunları normal kabul etmesidir. Halkın en cahil tabakasından birileri bile batı dillerinin alfabelerinde yer alan C harfini onlar gibi K olarak okumakta, okuyabilmektedir. Hiç çevrenizde Coca-Cola ‘yı yazıldığı gibi okuyana rastladınız mı? Yaşlısı, genci tüm halkımız bu ürünün adını hiç duraksamadan koka kola diye okumakta ve Coca-Cola diye yazmaktadır. Kahve, kahvehane çoktan tarihe karıştı. Yerini cafe aldı. Ama halkımız büyük bir başarıyla bu sözcüğü de kafe diye okuyabilmektedir. Bu örnekler o kadar çoğaldı ki: bunları yan yana getirmiş olsak halkımız İngilizceyi sökecektir! Dahası öyle olmaz falan diye karşı çıkacak olsanız aynı halk sizi cahil, en önemlisi de görgüsüz, hanzo, kıro olarak aşağılayacaktır. Son 20-30 yılda dilimizde giren, dilimizi istila eden sözcükleri yan yana getirsek tuğla kalınlığında bir kitap olur. Dünya ölçeğinde ekonomik güç merkezlerinin Doğu’ya kayması olasılığı karşısında Çince, Rusça veya Japonca, Korece karşısında nasıl hareket edileceği de benim için ayrı bir merak konusudur.
Kendi ülkenizde sürekli iletişim içinde bulunduğunuz halkınıza ve konuştukları ne idüğü belirsiz, yarım yamalak, dilimsi şeylere böylesine yabancılaşmak ne kadar acı. Kendi ülkesinde bir yabancı gibi yaşamak ne kadar acı!
Bu durumda ne yapılmalı, elimizi kolumuzu bağlayıp oturmalı mıyız? Kültür ve onun bir parçası olan dil bilindiği ve hep konuşulduğu gibi bir üst yapı kurumudur. Bir ülkenin alt yapısını oluşturan ekonomik sistem ne ise kültürel yapı da ona göre olur. Dil sadece bir iletişim aracı değil aynı zamanda insanın düşünmesini, yeni şeyler tasarlama ve planlamasını da sağlayan bir sistemdir. İnsan bu sistemi en iyi anadili ile gerçekleştirebilir. İnsanlar sonradan öğrendikleri dili kullanarak iyi ya da kötü başkalarıyla anlaşabilirler ama düşünme işini en iyi anadilleri ile yapabilirler. Yabancı dilde düşünüp yeni şeyler üretenler hiç bir zaman bir ülke çoğunluğu oluşturamazlar. Sanal olarak oluşturacakları düşünülürse de artık o ülke insanları başka bir ulusun, başka bir devletin insanları olacaklardır. Bir ülkeyi dolduran insanların tümüne ileri derecede yabancı dil öğretemeyeceğimize göre kendi anadilimize sahip çıkmaktan başka bir çaremiz kalmamaktadır. Şu gerçeği aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekmektedir, anadili kendiliğinden öğrenilir, bir yabancı dil sonradan öğrenilir ve anadil ile öğrenilir. Ama o yabancı dil her zaman için yabancı kalır. İlginç bir gösterge: Bir yabancı dili çok iyi bilenler bile sayı sayarken veya rakamları okurken anadillerini kullanmaktadırlar. En azından büyük çoğunluk böyledir. Bir anadili Cal Gustav Jung’un da belirttiği gibi o insanın arketipine adeta kazınmış genler benzerler. Aynı şekilde bir kimsenin anadilini bilmesinden hiç kuşku duyulmadığı halde aynı kimsenin bir yabancı dili ne kadar öğrendiği ve hangi düzeyde konuşabildiği soruşturulmaktadır.
Öncelikle bu geçeği halkımıza anlatmak ve kendi dil değerleri konusunda bilinçlenmelerini sağlamak zorundayız. Bu çalışmaları jakobenlik ile eş tutanlar iyi niyetli kabul edilemez. Burada halkın kendi değerlerine sahip çıkması söz konusudur. Halka tepeden başka bir düşünce aşılanmamaktadır. Bu bir dil şovenizmi de değildir. Bir dilin başka dillere üstünlüğü iddiası yoktur tam tersine bir dilin diğer diller karşısında eşitliği ve bozulmasına karşı savunulması vardır.
Halkımız tasada ve kıvançta birlikte olmayı kabul etmiş insanlar olarak dillerine de geleceklerini kendi yararlarına göre gerçekleştirme ülküsüne de aynı kararlılıkla sahip çıkacaklardır, çıkmalıdırlar. Uzun vadeli olarak düşünüldüğünde bu bir var olma, varlığını sürdürme sorunudur. Birilerinin ikide bir tekrarladıkları şekliyle bir beka meselesidir.
Halkla doğrudan iletişim içinde olan televizyon ve radyolarda haber ve program yapacak ve konuşacak olanların, gazetelerde her türden yazı yazacakların mutlaka Türk dili konusunda eğitilmeleri zorunludur. Ayrıca hizmet için eğitim programları uygulanmalıdır.
Edebiyat eseri yazan ve sahne sanatları yapacak olanların dilimize özen göstermeleri sağlanmalıdır. Dile özen göstermeyen yapıtlar ödüllü yarışma jürileri tarafından değerlendirme dışı tutulmalıdır.
Türk dili ve Türk Tarihi konularında daha önce dernek şeklinde kurulmuş bulunan ve şimdi bir kurum statüsünde olan TDK ve TTK yeniden özerk bir dernek olarak çalışmalarını sürdürmeleri sağlanmalıdır.
Belediyelerin işyeri açacak ve işletecek olan girişimcilerin işletmelerine Türkçe adlar seçmeleri sağlanmalıdır. Bu çağrılara uymayan işyerlerine işyeri açma ve işletme ruhsatları verilmemeli, verilmiş olanlar da iptal edilmelidir. Aykırı hareket edenlere idari para cezaları uygulanmalıdır.
Üniversitelerimiz Türkçemizin gelişme ve korunması için her türlü bilimsel çalışmayı yapmalıdır.
TÜBİTAK ve TUBA gibi kurumlarda bilim insanlarının bilimsel kavram ve terimler için Türkçe karşılık aramaları ve kullanmaları özendirilmelidir.
Halkın tümünü ilgilendiren yasal düzenlemeler yapılmadan önce dil uzmanlarının görüşü alınmalı, yasa koyucuların dil ve telaffuz konularında eğitimden geçirilmesi sağlanmalıdır.
Yabancı dillerdeki her türlü bilim ve sanat eserinin dilimize çevirisi yetkili, uzman bir kurul aracılığı ile yapılmalı veya yapılan çeviriler bu kurul tarafından denetlenmelidir.
Sinema filmleri, belgeseller ve benzeri ürünlerin seslendirilmesi yine bu kurul aracılığı ile denetlenmelidir. Reklamlar da aynı şekilde denetlenmeli, dilin yapısına, dilbilgisi kurallarına, telaffuz şekline aykırı reklamların denetimi RTÜK’ün asli görevleri arasına alınmalıdır.
Sanayi ve Ticaret ile uğraşan şirketlerin ürettikleri ve dışalım yolu ile dışarıdan getirdikleri ürünlere Türkçe ad vermeleri sağlanmalıdır.
Bu konuda Fransa bir dizi yasal düzenleme yapmıştır. ( Sami Selçuk, Önce Dil ) 31.12.1975 tarih ve 1349 sayılı (Bas-Lauriol) Dil Koruma Yasası onlardan bir tanesidir. Bu yasayı yürürlükten kaldıran 04.08.1994 tarih ve 94-665 sayılı Yasanın amacı a) Fransızca’ nın geliştirilmesi, b) kullanımının zorunlu kılınması c) Fransız dilinin korunması olarak açıklanmıştır. Bu yasanın uygulama usul ve esasları da 22.03.1995 tarihinde çıkarılan Tüzük ile belirlenmiştir. Buna göre Fransız özel ve tüzel kişilerince düzenlenen toplantılarda, toplantı öncesi ya da sonrası izlencelerde, kamu hizmeti yapan ya da kamu yardımından yararlanan bir özel kişinin kaleme aldığı duyurular ve bildirilerde Fransızca kullanılması zorunlu hale getirilmiştir. Fransızların dil konusunda duyarlılıkları bilinmektedir. Fransız hükümetleri de halkın bu duyarlığını göz önünde tutarak çok önemli kararlar almıştır. Sami Selçuk hocamızın bu araştırma ve incelemesinden Fransız Dili Uluslararası Kurulu adıyla bir kurul oluşturulduğunu, bu kurul aracılığı ile bir sözcük bankası (La Bank de Mots), sözcüklerin anahtarı (La Cle des Mots) adlı dergiler yayınlanmıştır. Koruma Derneği de konunun kovuşturulmasına yardımcı olmaktadır.
Fransa’da dil konusunda getirilen kurallara ilk kez aykırılık kabahat suçu olarak tanımlanmakta ve para cezası ile cezalandırılmaktadır. İkinci eylemde çok daha ağır para cezaları verilmektedir. Daha sonraki cezalar örneğin dışalım izninin, işyeri işletme iznin iptali gibi çok daha ağırdır. Bu sezalar Fransız yargı denetiminden de geçerek her biri bir içtihat oluşturmuştur. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ayrıca bu konuda Fransa yalnız da değildir. Kanada, Belçika gibi ülkelerde de buna benzer düzenlemelerin yapıldığını görmekteyiz.
Özetlemek gerekir ise dil konusunda her türlü araç kullanılarak halkımızın bilinçlenmesi ve duyarlılığı sağlanmalıdır. Dil bekçiliği, toplum mühendisliği gibi suçlamalara aldırış etmeden cesur kararlar alınıp Türkçenin geliştirilmesi ve korunması için yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Yukarıda Fransa örneği düzenlemelerin olanaksız olmadığını, yapılabileceğini göstermektedir. Yetkilendirilen kurum ve kuruluşlar aracılığı ile gerekli denetimler sağlanmalı ve kurallara aykırı davrananlar cezalandırılmalıdır. Dil konusunda nedenleri bilinen ihmal ve umursamazlıklar ne yazık ki bizi bu günkü hiç de hoş olmayan noktaya getirmiştir. Artık önlem alınması zamanı gelmiştir. Bu zamanın değerlendirilmesi gerekmektedir.
Unutmayalım ki dil bizim ve her topluluğun sahip olabileceği en değerli hazinesidir. Dilimizi yitirirsek her şeyimizi yitiririz. Dilimizi yitirirsek düşünen insan olma özelliğimizi yitiririz. Düşünemeyen insanlar olarak özgürlüğümüzü yitiririz.
Özgür yaşamak, başka kültürler arasında saygın bir yerde olmak istiyorsak dilimizi korumalı ve geliştirmeliyiz. Dil varlığımızı korumamız ve geliştirmemiz ilerlememizin çok önemli bir anahtarıdır.
Saygılarımla…
24.12.2022
Ali Can Polat