AKIL DARALTICI ÖN YARGILARIMIZ / ZİHİN KÖRLÜĞÜ
Duyu organlarımız aracılığıyla beynimize ulaşan uyarılar önce adlandırılırlar. Sıcak soğuk, mavi kırmızı gibi, sert yumuşak gibi… Sonra bu duyumlar, belleğimizde daha önceden neyin doğru, neyin gerçek veya güzel, çirkin, yararlı, yahut yararsız, olduklarını düşünerek yaptığımız değerlendirmelere göre sınıflandırılırlar. Bunlardan çıkan sonuçları hiç zaman geçirmeden beynimizin çok işlevli laboratuvarına alırız orada kendimize, çevremize hemen, bugün veya yakın ya da uzak bir gelecekte bize sağlayacağı yararları veya zararları düşünerek, ölçüp tartarak bazı kararlara varırız, çıkarımlarda bulunuruz. Örneğin ‘sıcak suya soğuk su eklersek ılık bir su elde ederiz’ gibi…
Daha önce sesler ve müzik konusunda BNGV ve bana ait “kavram Mutfağı/m” da https://kavrammutfagi.com/makale/misophonia-misofoni---amusia---amuzi https://alicanpolat.com/misophonia-misofoni-amusia-amuzi/ bir yazı yayınlamıştım. O yazımda bazı misofoni’si olan kişilerin doğuştan veya sonradan ortaya çıkan bir nedenle bazı ses ve müziklere karşı aşırı rahatsızlık duyduklarını ve yine amüzi’ li bazılarının da müzik ile ilgili bazı sesleri yan yana getirip bir melodi oluşturamadıklarını, belli bir melodiyi seslendiremediklerini anlatmaya çalışmıştım. Amüzi müziği algılayabildiği, müzik dinlemekten herkes gibi büyük zevk aldığı halde müzik uyarılarını işleme koyamayan, şarkı söyleyemeyen bir kimsenin durumudur.
Beynin işlevleri daha yakından incelendikçe seslerden başka görüntülerle de sorunlar yaşanmış olduğunu görüyoruz. Buna “Zihin Körlüğü” adı verilmiş. Bu durumda olan kişiler yine doğuştan veya sonradan gelişen bir nedenle beyinlerinde baktıkları şeyleri “gördükleri” daha doğrusu algıladıkları halde gördükleri bu şeylerle ilgili olarak zihinlerinde bir imge oluşamamaktadır.
Buna, yani duyu organlarının dıştan algıladığı (gerçek) bir nesnenin, bir olayın bilince yansıyan benzerine, görüntüsüne imge diyoruz. Bir de fantezi var, o da dışarıdan bir uyarı, algı olmadan (gerçek dışı) insanın hayalinde görüntüler kurgulamasıdır. Bu sonuncusu konumuz dışındadır. İlkindeki imgeleyememe durumu bir hastalık sonucu oluşabileceği gibi eğitim ve toplumsal uyum eksikliği sonucu da oluşabilir.
Konunun uzmanları imge ve fantezi “mental imagery” yoksunluğunu aynı başlık altında toplayıp adına İngilizce aphantasia/ afantazya adını koymuşlar. Bizi konumuz gereği hastalık durumu dışındaki imgeleyememe durumu ilgilendirmektedir. Eskiler bu durumu “ tersim kabiliyeti ” terimi ile açıklamaya çalışmışlardır. Bir ressamın, karikatüristin veya mimarın yahut heykeltıraşın bu yeteneğine bizler tasarım gücü diyoruz. Tasarım gücü içinde nesnelerin varlığı kadar uzam içindeki yerleri yani perspektifleri de önemlidir.
Phantasia kavramı antik Yunandan beri bilinen bir kavramdır. Ancak bu karamı hastalık etiolojisi içinde ilk inceleyip değerlendiren nöroloji ve davranış psikolojisi yazarı Adam Zeman olmuştur. Konu çok eski değildir. Zeman’ın bu tezi 2015 yılında yayınlanmış.
Kısaca zihin körlüğü denen bu olaya dilbilim açısından gözlerden gelen algıları beyinde imgeleştirememe ve bunun sonucu kavramlaştıramama aynı zamanda kulağı ile duyduğu kavramları da zihninde görüntüleyememe olarak tanımlayabiliriz.
Kuşkusuz imgeleştirememe durumunun çok ağır olduğu hastalık hallerini de hekimlere bırakıyoruz.
Bize kalan alanda öğrenim yaşındaki çocukların ve gençlerin hayal kurmalarını yasaklamak değil özendirmeliyiz. Bunun için de çocukları okumaya, gezmeye yeni şeyler görmeye ve elişi dersleriyle tasarım yeteneklerini geliştirmelerine yardımcı olmalıyız. Çocukların belli yaşlara ulaştıkça soyut kavramlarla olan ilgisini artırmalıyız. Çocuk yaştakiler başta olmak üzere düşünmenin temelini oluşturan bu işleyişe engel oluşturan ezberciliği sorup sorgulayıcılığa çevirmeliyiz. Gençlerin dünyasını yasaklardan ve korkulardan arındırmalıyız.
Başka bir tanımlama ile bizim kendi doğrumuza, gerçeğimize ulaşmamızın aşamaları duyumsama, algılama, anlama, yorumlama ve bir tez oluşturarak önerilerde bulunmadır. Eğer ortada bir sorun olduğunu düşünüyorsak sorunun bu beş aşamanın neresinde olduğunu belirlememiz gerekiyor.
Duyumsama daha çok duyu organlarının yapısı ve işlevi ile ilgilidir. Diğerleri ise yukarıda açıklamaya çalıştığımız kavramların zihinde işlenmesinin sonucunda yapılacak çıkarımların doğru, gerçekçi, isabetli ve yararlı olabilmesi için daha önce belleğimize yerleştirdiğimiz bilgilerin, verilerin düzgün, sıralı ve hemen o dizgelerden çıkarılıp kullanıma hazır olması ile ilgilidir. Eğer bu veriler veya ara veriler gerçekçi değillerse veya kendileri yeni çıkarımlar yapılmasını engelleyici şeylerse yahut da bizim çevremizdeki olayların veya şeylerin varlık ve işleyişlerini sorgulamamızı zora sokuyorlarsa öncelikle bunlardan kurtulmamız gerekmektedir.
İyi, nitelikli ve temiz bir ürün elde etmek istiyorsak harman yerimizi temiz tutmamız gerekmektedir.
Düşünceyi daraltıcı veya köreltici şeyler, ön yargılar, yanlış bilgiler, tabular, fanatizm, fobilerimiz ve kutsallık zırhı giydirdiğimiz, dokunulamaz saydıklarımızdır.
“Ayrık Otları” bilindiği gibi daha çok boş tarlalarda, yol kenarlarında kendiliğinden, yabani olarak yetişirler. Çok yıllıktır, her türlü zorluğa karşı çok dayanıklı, yaprakları yeşil, uzun ince ve yassıdır. Çiçeği bir başağı andırır. Çiçek ve meyvesi bu başağın üst kısmında yer alır. Buğdaygiller familyasından bir bitkidir. Dünyanın birçok yerinde ve bizim Anadolu’ muzda da yetişir. Latince adı agropyron repens’tir. En çok da elymus repens cinsiyle karşımıza çıkmaktadırlar. Bitkinin çok önemli bir özelliği yayılmacı ve yakın çevresindeki bitkilere yaşam hakkı vermeyişidir. Tarlada, bağda bahçede onun bu hızlı yayılmasından ve diğer bitkilerin gelişimine zarar verişinden çiftçilerimiz, bağ bahçe ile uğraşanlarımız çok yakınırlar. Ondan kurtulmak için her şeyi yaparlar ama o yine bir yolunu bulur ve baharda, yazda yine ortaya çıkar.
Onun bu özellikleri “…ayrık otu gibi…” deyişi şeklinde dilimize de yerleşmiştir.
Dilimizi ve dolayısıyla kültürümüzü ayrık otları gibi saran, daraltan düşünme ve düşündüklerimizi ifade etmeyi körelten zorluklarımız vardır. Zaman içinde oluşan bu algılar ve ezberletilen inançlar sorgulamalarımızı ve ilerisi için önermelerimizi olumsuz yönde etkilemektedir. En çok da “milli” ve “dini” konularda yoğunlaşan bu algıların tartışılması yasaktır. Bu yasağı çiğnemeye kalkanlar ise cezalandırılır. Düşünme eylemi başlı başına bir suç değildir ancak bu düşüncelerin açıklanmasıyla bazılarının rahatları bozulmakta ve çıkarları zedelenmektedir. İşte bu gruba girenler düşünceye karşı kendilerini savunamadıkları için şiddet yolunu seçmektedirler.
Elbette halkın dini ve milli duygularını incitme eylemi görmezden gelinemez. Halkı kin ve düşmanlığa yöneltmek bir suçtur ve bağışlanmaz ancak bu kural hiçbir şekilde ve koşulda özgür düşünceyi, o konuların soruşturulmasını ve sorgulanmasını engellememelidir. Düşünceleri sansürleyerek, yasaklayarak, düşünenleri susturarak ve düşünme ortamlarını çoraklaştırarak ancak ve ancak kimi asalakların kirli çıkarları korunmuş olur. Toplumda barış, huzur ve refah sağlanamaz. Kaldı ki bazı durumlarda bu uygulamaların demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasını engellemek için bir gerekçe, bir araç olarak kullanıldığı görmekteyiz.
Akıl daraltıcılarımız ve önyargılarımız yalnızca dini ve milli konularla sınırlı değildir. Yaşamın her alanında bunlarla karşılaşıyoruz. Öncelikle bu önyargıların kaynaklarını ve nasıl oluştuklarını araştırmalıyız. Halkımızın sözel bir kültürden geldiği, okumayı sevmediği ve araştırmadan, soruşturmadan hoşlanmadığı söylenebilir. Okuma yazma konusunda matbaanın toplum hayatına çok geç girmesi bir yana; Hanedanlık Yönetiminin gündeminde, esasen halkın okuması yazması gibi bir konu yoktur. Din görevlilerince halkın araştırma ve soruşturma yapması şek, şüphe ve şirk olarak nitelenip yasaklanmıştır. Onlara göre soru sormak halkın arasına nifak sokmak anlamına gelmektedir. Medreselerde sözde âlimler akli değil nakli bilgilerin geçerli ve yeterli olduğunu her yerde ve her zaman açıklamaktan geri durmamışlardır. Onlar eşit ve özgür yurttaşlar değil Allaha itaat eden kul, padişaha itaat eden tebaa oluşturmak için çalışmayı biricik amaç edinmişlerdir.
Onların gözünde etrak-ı bi idrak olan bu geniş halk yığınların, ellerinin kılıç tutması, cepheden cepheye gönderildiklerinde karşılarına çıkanların kafasını kesmesi yeterliydi.
Toplumda bizden veya bizden değil anlayışı yerleştirilmiştir. Kendinden olanların hakka, hukuka, ahlaka veya geleneğe aykırı davranışları hoş görülürken kendinden saymadıkları kişi veya halkların ağızları ile kuş tutsalar bile hiçbir değeri olmamaktadır. Okuma yazma ortamından yoksun bırakılmış, yurttaş olarak değil kul ve tebaa olarak yaşatılmış olan Anadolu halkından mucizeler yaratması beklenmemelidir.
Bir de bunların üzerine “mahalle baskısı” olarak adlandırılan sistematik bir korku düzeneği işletilmeye başlatılınca düşünmek çok zorlaşmaktadır.
Çalıyor ama çalışıyor, ne de olsa o başı secde görmüş birisidir, bal tutan parmağını yalar, devletin malı deniz yemeyen domuz, askerde kaçma, karışma, çalışma, eski köye yeni adet getirme, icat çıkarma, beni sokmayan yılan bin yaşasın, ağır ol molla desinler gibi deyimlerimiz ve deyişlerimiz bir dokunulmazlık zırhı oluşturmaktadır. Bu hallerin hepsi soruşturma ve sorgulamaya, bir iş yapılmışsa onu denetlemeye engel olmaktadır. Dilimizin ayrık otu niteliğindeki bu yanlış anlayış kalıplarından da kurtarılması gerekmektedir.
Bu cendereler arasında sıkışıp kalmış olan halkımız akıl ve zekâsını kullanması engellendiğinden sorunlarını çözmede kurnazlığını geliştirmiştir.
Kabaca söylemek gerekirse; akıl ve zekâ üretim ile yakından ilgilidir ve onun itici gücüdür. Kurnazlık ise pusuya düşürme, yakalama ve avlamaya yöneliktir, üretmek değil üretilmiş olana el koymaktır.
Hollanda gibi bir ülke denizden alçak, sular altındaki topraklarını akıl ve zekâlarını kullanarak yel değirmenleri ve kanallar aracılığıyla tarım yapılabilir hale getirmişler ve bugün için en çok tarım ürünü dışsatım geliri elde eden ülkeler arasına girmiştir. Oysa Anadolu’muz, florasında 12.500 çeşit bitkiyi barındıran cennet ülkemiz bugün Hollanda ve benzer ülkelerden tarımsal ürün dışalımı yapmak zorunda kalmaktadır.
Bilişim dışında dilin en önemli özelliklerinden birisi de haberleşme ve iletişimdir. İletişim için kimi sembollere gereksinim vardır. Çok eskiden bu semboller ateş yakmaktan belli sesler çıkarmaya kadar değişen bir dizge oluştururken insan soyu zaman içinde konuşmayı ve bazı şeyleri ve olayları dil ile anlatmaya başlamışlardır. Dildeki soyut semboller kavramlardır. Daha sonra insanlar bunları yazıya geçirme başarısını da göstermişlerdir.
Her şeyi ve olayı tanımlamaya uygun kavramların, sözcüklerin bolluğu bize iletişim kolaylığı sağlayacaktır. Amaçları belli, yüksek bir iletişim için bu kavramların her iki tarafça iyi bilinmesi ve yerinde kullanılması zorunludur. Yabancı kültürlerden alınan sözcüklerin de karşılıklarının özenle bulunması ve seçilmesi gerekmektedir.
Bir televizyon kanalı var, adını söylemeye gerek yok, bu söyleyeceğim şey televizyonlarımızın hepsi için de geçerlidir. Bu kanal satın aldığı yabancı bir programı dilimize çevirerek yayınlıyor. Üşenmedim saydım, bir programlarının 25 dakikalık bölümünde 20 kez “aman tanrım” 26 kez “vay canına” sözcüklerini kullandı. Yine çok sıklıkla kullanılan sözcüklerden birkaç tanesi de inanılmaz, harika ve bayıldım sözcükleriydi.
Süslü kadınlar ile ne yapmak istediği anlaşılamayan bir beyin yayınladıkları bir programda ise inşallah, maşallah sözcükleri de yerli yersiz ama bıktıracak kadar çok kullanılıyordu. Daha sonra ne olduysa o beyi tutukladılar, onu çevreleyen aşırı süslü hanımlar da dağılıp gittiler, bir daha göremedim.
Aman Allah’ım veya aman tanrım, İngilizcesi “O My God”, Fransızcası “Oh Mon Dieu”, Almancası “Oh Mein Gott” şeklindedir. Bu şaşma, hayret ifadesi olarak kullanılan deyimin anlamı nedir? Amerikan İngilizcesi denen dilden diğer dillere de bir virüs gibi girip yayılmaktadır ama bir anlamı yoktur. Aynı şekilde kullanılan bir “wow” sözcüğü var. Ne anlama geldiğini çok kişiye sordum ama bir yanıt alamadım. Bu virüs sözcük de Türkçemize öyle bir girdi ki; şaşkınlığınızı ifade etmek için “aa öyle mi…” derseniz sen de nereden çıktın der gibi bakılmaktadır. Ama wow, woow hatta vaav- holy cow sözcüklerini kullanırsanız ortamın havasını yükseltmiş oluyorsunuz.
Türkçe konuşmalarımızda “vay anasına” veya “anasının gözü” gibi ünlemler de bana göre anlamdan uzak ve çok yanlıştır. Neden vay babasına veya babasının gözü denmiyor?
Aynı şekilde “Oh My God” diyenlerin aklına hiç “Oh My Goddess” demek gelmez mi? Niçin eril bir kavram hala sürdürülüyor. Denebilir ki; Hristiyan teslisinde tanrı ve oğlu erkek idi. Peki, üçüncü neydi? Bu deyim, dillerinden düşürmedikleri anaları Meryem, Mery, Marie olarak değiştirilemez miydi? Kadın hakları savunucuları, feministler nerelerdesiniz? Benden söylemesi gerisi size kalmış.
Batı’da özellikle İngiliz kraliyet ailesi çevresinde ve dışişlerinde geçerli olan diplomasi dilinde çokça kullanılan kavramlardan bir tanesi de “ majesty” veya “your majesty” sözcükleridir. Bize bu kavramı “majesteleri” olarak çevirmişlerdir. Majeste yetmiyor, çoğul -“majesteleri” şeklinde hitap edilecek. Niçin? Cevap yok. Neyse ki; bu sözcüğün 19. Yüzyıldan bu yana kullanım istatistiklerine baktım çok azalmış, kaybolmak üzere. Demek ki 21. Yüzyıl insanı köhnemiş aristokrasi şaklabanlıklarına artık dur diyor.
Bizde de “o şeref bize” mi, “size mi ait” olacak? Tanzimat’tan beri bir türlü karar veremedik. Neyse ki; o yarış da artık bitmek üzere. Bir kişi örneğin bir davete icabet etti, davet eden nezaketini göstermek için bizi şereflendirdiniz, şerefyap olduk falan diyor. Karşı taraf da aman efendim, o şeref bize ait şeklinde bir karışık veriyor. Karşı taraf ikinci bir hamleyle olur mu efendim… Bu böyle uzayıp giderken imdada garsonlar yetişip buyurunuz diye yol gösterince bu yarışı sona erdiriyor. İnanıyorum, zaman bu kavramdan da kurtulmamıza ilaç olacaktır.
Dilimizde tutarsızlık sözcüklerden değil bilinçlerdeki bulanıklıklardan kaynaklanıyor. Arkadaşımız ben ateistim diyor sonra dönüp “Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun vb. şeyler söylüyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye buna derler. Neyse, söyleyenin ağzı torba değil ki büzesin, konuşacaktır işte…
RIP (Rest in peace) Bunu da Müslüman’ım diyenler kullanıyorlar. Işıklar içinde olsun, ışıklar yoldaşı olsun, kabri nur olsun, o şimdi yıldızlarda gibi. Ölünün arkasından söylenen bu sözler eğer ölünün anısına duyulan saygıyı ifade etmek için söyleniyorsa anlaşılabilir şeylerdir. Ama biz ölen insanımızın cennete gideceği beklentisindeyken onu adı sanı bilinmez bir yıldıza göndermek pek akıllıca bir şey olmasa gerekir. Yahut da rahat uyu dedikten sonra mezarda işkence edercesine ışık yakmak pek uygun değildir diye düşünüyorum.
Dilimize yerleşen yanlış algılardan bir tanesi, bu gün “hava bozuk, berbat” veya “yağan karın esareti bunalttı, bıktırdı” gibi sözler toplumun günlük konuşma diline öyle bir yerleşti ki; insanlar havaya, mevsimlere düşman hale geldiler, getirildiler. Havalar hiç bozuk olmasa, hep güzel olsa, gökyüzü yılın her günü masmavi olsa, hiç rüzgâr, fırtına esmese nasıl olurdu? Isınan hava, soğuyan hava o rüzgârla yer değiştirmese yağmurlar nasıl yağardı, onu düşünmek aklımıza gelmiyor, getirilmiyor. Yağmur yağsa bu kez yağmura tepki gösteriyoruz. Oysa yağmur yağmasa özene bezene seçip beğendiğimiz, bir tomar para ödediğimiz o güzelim şemsiyeyi ne zaman açar kullanırdık, hiç düşündük mü? Yağmur yağmasa, keyifle yaptığımız, yaşadığımız o havuzlarımızı hangi su ile doldururduk. Havuz başı sefalarımızı nasıl yapardık? Kar yağsın kayak yapalım ama üşütmesin, kardan adam yapalım ama yollarımız hiç ıslanmasın.
Hava kararmadan bizim içimiz kararıyor. Kar yağınca esaret başlıyor. Yağmuru sevmiyoruz, karı pencereden seyredince güzel, bir de pahalı kayak takımları ve elbiseleri, pahalı eldivenler içinde hayaller kurmaya başlayınca, elde kupa şömine başında üç espri patlatınca ne güzel, değme keyfine… Bunların dışında kar da yağmur da esaret. İşe giderken otobüs durağında bıyığı buz tutan işçiyi, okula yırtık pabuçla giden öğrenciyi düşünmek ne gereksiz, asap bozucu, çirkin şeyler. Bunların hepsi de küçük burjuva düşüncelerinin hastalıklı ürünleri. Toplumun daha üst kesimleri olumsuz hava koşullarından kendilerini koruyacak önlemleri alabilmektedirler. Onlar için bir sorun yoktur.
İklim koşullarına karşı gerekli önlemlerin alınmasını konu etmeye gerek yok. Ancak örnek olarak verdiğimiz bu hava koşullarını toplumda halkı bilgilendirmekle görevli olan kurum ve kuruluşlar renkli alarmlar vererek, basın yayın organları ve televizyon kanalları da birin yanda beş katarak anlatmakta ve genel bir karamsarlığa neden olmaktadırlar.
Ülkemiz yerkürede jeolojik, jeografik ve klimatolojik bakımlardan az sayıda şanslı ülkeler arasında yer almaktadır. Başka bölgelerde çok yıkıcı, öldürücü olaylar yaşandığı halde ülkemizde bunlar sayıca daha az ve daha az şiddette yaşanmaktadır. Bunların keyfini sürmek varken bunları büyütüp karamsarlık yaratmak kanımca doğru değildir. Hemen eklemeliyiz ki başka ülkelerdekinden daha az şiddette yaşanan doğa olayları ülkemizde daha acı sonuçlar yaratabilmektedir. Bunun nedenleri, doğa ile aramızda sağlıklı bağlar, ilişkiler kuramayışımızda yatmaktadır. Depreme dirençsiz evler, sel yatağında bina yapmak bunlardan sadece iki tanesidir. Sağlam evler bedenlerimizi doğanın yıkımından korurlar. Sağlam dil yapıları ve uygulamaları da doğa ve toplumla dostluk içinde huzurlu bir hayat sürmemizi sağlarlar.
Sorunlar bizim dışımızda olabilir ama çözümler bizim içimizdedir. Doğal olaylar karşısında oturup dövünmek veya sorunun kaynağını bilinmez güçlerde aramak, tevekkül göstermek sorunun çözümüne hiçbir katkı sağlamamaktadır. Tam aksine sorunun ve sorunun neden olduğu acıların zaman içinde daha da büyümesine neden olmaktadır.
Konu yalnızca doğa olayları ile hava ve iklim koşullarıyla da sınırlı değildir. Toplum olarak okumuyoruz, okuduğumuzu anlamıyoruz, düşünemiyoruz ve daha iyi bir yaşam için gerekli çıkarımlarda bulunamıyoruz.
Toplumun çok büyük bir çoğunluğu bu durumda olduğu halde içinde bulunduğu durumun farkında bile değildir. Birçoğu kendisini aydın, entelektüel sınıfına soktuğu halde entelektüel olmanın gereklerinden çok uzaktadırlar. Deyim yerinde ise bunlar “gardırop entelektüeli” dirler.
Ülkemizde profesörlük unvanını taşıyan ve öğrencilerine üniversitede bilim ve sanat eğitimi vermekle görevli kimileri “ben insanın okumamışını severim, onların ferasetine güvenirim” şeklinde televizyonlarda düşüncelerini büyük bir inançla açıklayabilmektedir. Yine o profesör unvanlı kişilerce basında, televizyon ekranlarında, sosyal medyalarda müziğin dinen yasak, günah, mekruh olduğu söylenebilmekte ve müzik aletlerinin dinleyenlerin ve müzik yapanların ateşten bir gerdanlık gibi mahşer gününde boyunlarına takılacağı anlatılmaktadır. Bu safsatalara çok sayıda insan inanmaktadır.
Bu insanlar halkın değil düşünmesini, birbirleri ile şakalaşmasını ve kahkaha ile bile gülmesinin caiz olmadığını kaşlarını çatarak anlatmaktadırlar. Bu anlayış insanların bu dünyada sevgi ile değil korku ile yaşamalarını istemektedir. Kadınları daha da kötü bir durum beklemektedir. Onlar kafese kapatılmış kuş gibi görülmektedir. İş yapmak, efendilerine hizmet etmek ve doğurmaktan başka yapacakları hiçbir şeyleri yoktur.
Bu anlayış içinde adeta zehirlenmiş, bütün akli melekeleri, yetenek ve becerileri ellerinden alınmış insanlardan çok fazla bir şey beklenemez. Öncelikle bu esaretin ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırılması gerekmektedir.
Toplumun hiç de anımsanmayacak bir bölümü ülkemizin komşularını sayamamaktadır. Ülkenin kurucusunun adını ve devletin başkentini bile söyleyememektedirler. Dört işlemi yapamamaktadırlar.
Bu durumda olan öğrencilerimizin PISA sıralamasında sonlara düşmesine şaşırmamalıyız.
Bu insanlar dil konusunda düşünülemeyecek kadar bilgisizler. Anadillerindeki sözcük, kavram ve terimlerin fonetiği, morfolojisi ve semantiği hakkında bilgileri yok denecek kadar azdır. Günlük konuşmalarındaki sözcük sayısı çok azdır. Telaffuz konusunda çok büyük sıkıntılar yaşanmaktadır. Sözlerin anlamlarını, kök ve kökenlerini, dilin gramerini, sentaksını umursayan yoktur. Tüm bunlara karşın, ama ben ….. ‘üm diye ağızını doldurarak yüksek sesle bağırabilmektedirler.
Toplumun hangi kesimden olursa olsun, sorsanız İslam’ın, İmanın şartı (!) kaçtır diye alacağınız cevapları gülümseyerek karşılarsınız. Ama ben ….’ım diye yüksek sesle bir şeyler söyleyeceklerdir.
Toplumun inanç sahibi büyük bir bölümü elinde olanaklar bulunduğu halde inandığı dinin dayanağını oluşturan kutsal kitabı Türk alfabesiyle aslını veya mealini okumamakta ve anlamamaktadır. Ayrıca mealini okursa inancının bozulacağına inanmaktadır. Bu yüzden okumayı reddetmektedir. Mealinin okunmasına da şiddetle karşı çıkmaktadır.
Toplumun din eğitimi veren okulları ve diğerleri ne İslam’ın ve ne de diğer dinlerin kurallarını, tarihsel gelişimini yeteri kadar bilmemekte ve merak da etmemektedir. Başka bir dini öğrenmek dinden çıkmakla eş tutulmaktadır.
İşin bir tuhaf yanı da inançlı, inançsız, dindar veya mütedeyyin olanlar değişik şekillerde bu konuların konuşulmasından tedirginlik duymakta, rahatsız olmaktadırlar. Kimse bir şey öğrenmek istememektedir.
Televizyonda bir sokak röportajında gençlerden birisi “orucu önce hangi ilimiz açar” sorusuna ilkin Adana diye yanıt verdi. Niçin diye sorunca o ilimizin plakası 01, onun için ilkin Adana’nın oruç açması normaldir dedi. Sonra özür diledi, yanlış oldu abi, Ankara olması lâzım dedi, niçin diye sorulunca “Ankara başkent ya, önce onların hakkıdır” cevabını verdi.
Koyu bir hamaset ve mukaddesat fanatizmi hepimizi kıskıvrak yakalamış, hareket etmemize olanak vermemektedir. İşin en acı yanı da toplumun büyük çoğunluğu o hamasi duyguların ve kutsal bildiği şeylerin de ne olduğunu ve ne olmadığını bilmekten, kavramaktan yoksundurlar.
Sıradan bir örnek vermek gerekirse; sokakta gezerken durdurduğumuz herhangi bir kimseye siz “Türk’ müsünüz veya Kürt’ müsünüz” yahut da Laz’ mısınız diye sorsak ve devamla “Türklük nedir, Kürtlük nedir, bize tanımlar mısınız, bir Türk’ü veya bir Kürt’ü diğerlerinden ayıran şeyler nelerdir?” desek, ne gibi, nasıl cevaplar alırız? Bu sorularla karşılaştıkları için çok huzursuz olacaklardır. Huzursuzluklarının başlıca nedeni verecekleri yanıtın kendileri için bile doyurucu olmaktan uzak olduğu içindir…
Bizi yanlış yerden başlatıp yanlış düşünmeye ve yanlış sonuçlar çıkarmaya zorlayan algılarımızdan kurtulmalıyız. Kâinatın en değerli varlığı, yaratığı insandır, her şey, bütün nimetler insan için yaratılmıştır. İnsan tanrının kuludur ancak dünyadaki her şeyin efendisidir. Dünyada her şeyi yapmak insanın hakkıdır. Bunları kürsülerden söyleyen politikacılara ne demeli, bu nutukları alkışlayanlara ne demeli?
Bu anlayışlar sanırım tarım devrimiyle başladı. Ondan önce mülkiyet yoktu veya çok sınırlıydı. Tarım devrimiyle birlikte üretim şekli değiştiği gibi ürün miktarı da arttı. Bu ürünlerin ve yeniden üretim yapacak alet ve edevatın korunmasıyla başlayan mülkiyet anlayışı gelişti. Güçlü insan evcilleştirdiği hayvanlardan sonra egemenliği altına aldığı insanlar üzerinde de hak iddialarında bulundu. İnsanları da hayvan ve bitkileri de sınıflandırdı. Kimisini yararlı kimisini zararlı olarak ayırdı.
İnsanların hayvanlar için yaptığı nitelemeler dikkat çekmektedir. İnsan soyu bir kuşun soyunu tüketircesine yumurtalarını çalmayı, hamile bir antilobu avlamayı kendisi için bir hak olarak gördüğü halde açlıktan kemikleri çıkmış bir tilkinin kümesten bir tavuk çalmasını hırsızlık saymakta ve onu gördüğü yerde öldürmektedir. Aynı şekilde insan, pusular kurup herhangi bir hayvanı avlamayı bunun için ateşli silahlar geliştirmeyi, aldığı can sayısının çokluğunu yiğitlik ve kahramanlık olarak değerlendirmekte ve bunlarla övünmektedir.
Buna karşın zavallı tilkinin sessiz sedasız, gelip bir tavuğu kapıp kaçmasını kurnazlık olarak değerlendirmekte ve cezalandırmaktadır.
Tilki kurnaz, ayı kaba, yılan sinsi, sinek mide bulandırıcı, kurt vahşi, keçi inatçı, kedi nankör… Ağustos böceğinin adını cırcır böceği koyuyoruz. Onu karınca ile karşılaştırıp tembelliğine, avareliğine hükmediyoruz. Oysa doğanın dilini öğrendikçe ağustos böceği (cicadoidea) hakkında ne çok yanıldığımız öğrenmiş bulunuyoruz. Yarasayı da kan emici olarak biliyoruz, oysa hiç öyle değil… Say say bitmez. Hayvanlar konusundaki bu ön yargılarımız bilgisizliklerimizden kaynaklanmaktadır. Bu bilgisizlikler korkuya, korkularda insan arketipimize fobi olarak yerleşmektedir. Bu fobiler bizlerin düşünme sistemimizi olumsuz yönde etkilemektedir.
Bu bakış açımız değişmelidir. Biz doğanın sahibi değil yalnızca bir parçasıyız. Diğer bütün canlalar ile bizim yaşama hakkımız eşittir. Canlı ve cansız doğadaki her şeyle yaşamı adil bir şekilde paylaşmak zorundayız. Hiçbir canlıya karşı düşmanlık beslemek hakkımız yoktur. Doğanın dilini öğrenmek ve bu dili kullanmak zorundayız.
Yukarıda birkaç örnek ile düşünmemizin önünde duran engelleri açıklamaya çalıştık. Hiç kuşkusuz bunlar yalnızca birkaç örnektir. Daha bunlar gibi niceleri var.
Sağlıklı bir düşünme ve iyi bir iletişim için bu ve benzeri örnekleri araştırıp bulmak ve yanlış yersiz olanları söküp atmak zorundayız. Dilimizi ayrık otlarından arındırmak görevimiz olmalıdır.
Saygılarımla…
18.01.2024
Ali Can Polat