Dilde Bildirişimin Kopması Üstüne Bazı Notlar
Birikim dergisinde (sayı 386, Haziran 2021) yayımlandı
Selahattin Hilav 1980'lerin başında yayımladığı bir makalede dilde arılaşma, yenileşme akımının yalnızca aydın çevrenin ilgi alanında kalan bir konu olduğuna değiniyordu. Sorunu şöyle ortaya koyuyordu: "Üretilen ya da yeni anlamlarla donatılmak istenen sözcüklerin, amaçlanandan hayli farklı bir biçimde kullanılması, 'doğru ve kural' olarak kabul edilen özleşmeye oranla belli birtakım anlam karışıklıklarının, sakatlıklarının, aykırılıklarının ortaya çıkması, bir ölçüye kadar bu edilgin tepkilerle açıklanabilir." Bu gözleme göre, yeni kelimelerin birçoğu dilin kullanımında bildirişim kopukluklarına yol açıyordu. Hilav bu ilgi çekici yazısında, Prof. Şerif Mardin'in "yönetenler-yönetilenler, buyuranlar-buyurulanlar ilişkisini dile getiren "merkez-çevre" kavramlarını dili de kapsayacak biçimde anlamını genişleterek kullanıyordu. Hilav'ın "merkez"i, bir dil merkezidir; özleşmenin, arılaşmanın taşıyıcısı olan kaynaktır; ilk akla gelen TDK ile onu destekleyen dilciler; "çevre" ise, "yerel ağızlar". Yazarın gözlemlerine göre, merkezin ürettiği dil, türettiği kelimeler ile çevrenin dili arasında bir uzlaşmazlık, uyuşmazlık vardı. Hilav örnekler de veriyordu. "Şuur" karşılığında türetilen "bilinç" kelimesinin yerel ağızlardaki anlamı "bilgi", "tesir"i karşılayan "etki" kelimesinin de "büyü"ydü.
Ben de yıllar önce yayımlanmış olan bu makaleden esinlenerek, yazarın kurduğu bağlantıyı, daha doğrusu dikkati çektiği bağlantısızlığı başka bir yönden ele alacağım. Benim kurduğum ilişkide merkez değişmiyor: yeni kelimeler türeten dilciler, kurumlar "merkez"de bulunuyor, "çevre" ise söz konusu kelimeleri türetmeyen ama kullanan herkes. "Herkes" kelimesi hem o kelimeleri yazı dilinde kullananları, hem de yazmayanları, yani onları kullanarak konuşan insanları kapsıyor.
Merkezden türetilen yeni kelimelerin birçoğu, Selahattin Hilav'ın gözlemlediği gibi, amaçlanandan hayli farklı anlamlara çekiliyor, bu yüzden de gerek yazı, gerekse konuşma dilinde meramı zora sokuyor, bildirişim (communication) kopukluklarına yol açıyor. Sözlükler de birçok kelimenin ne anlama geldiğini açık seçik bir biçimde veremiyor.
Benim kurduğum bağlantıda merkez siyasi anlamda bir hükmeden, baskı kuran değil, ama yine de bir yöneten, yönetmek isteyen ama her dediğini kabul ettiremeyen. Çevre ise merkezin verdiğine uymayanlar demeyelim de, sunulana kulak vermeyenlerdir. Merkez-çevre kuramında bu iki güç arasında bir gerilim vardır; burada da türetilen kelimelerin hedefine varamaması arada bir gerilim olduğu fikrini uyandırır. Söz konusu kuramda işlendiği gibi, merkez ile çevre arasında anlamlı bir alışveriş yok. Merkez, kelimenin taşıdığı anlamın kelimenin kendisinde içkin olduğunu sanarak Türkçe köklerden türetilen yeni kelimenin eskisinin yerini kendiliğinden alacağı beklentisi içinde; çevre ise, merkezin niyetlerine duyarsız, neyin amaçlandığından habersiz; ya da Selahattin Hilav'ın dediği gibi, "edilgin bir tepki" gösteriyor.
Türetilen birçok kelime dilin somut işleyişi içinde birçok düzensizliğe yol açıyor. Bunlar aynı anlamı veren eski kelimenin bilinen anlamı yerine başka bir anlamda kullanılmaya başlıyor. Bazen de birden çok anlamda kullanılıyor. Bütün dillerde yeni bir kelime dolaşıma girdikten sonra anlam genişlemesine uğrayabilir. Fakat bu, daha önce benimsenen anlamının özümsenmesinden sonra olur, aynı süre içinde olmaz. Yeni bir kelime kısa bir süre içinde birden çok anlama gelir de yerine geçtiği eski kelimelerden hangisini karşıladığı açıkça anlaşılamazsa orada bir bulanıklık başlar.
Örnekler verelim. Bu örnekleri dört kümeye ayırıyorum: 1. Çok eski (tarihî) kaynaklarda geçen, çok az kullanılmış olan kelimelerin yaşayan dilde eskimiş olduğu hissedilenlerin yerini alması için yeni bir anlamla donatılmasıyla türetilenler. 2. Herkesçe bilinen bir Türkçe kökten türetilip eskimiş olduğu kabul edilen bir kelimenin yerini alması için dolaşıma sokulanlar. 3. Var olan, kullanılan bir kelimenin yeni bir anlamda kullanılması için türetilenler. 4. Batı dillerindeki bir kavrama karşılık olmak üzere türetilen yeni kelimeler.
1. İlk kelimemiz "mutlu(luk)". Kökü belli olmayan, eski metinlerde çok az geçen, "ölü" sayılabilecek bu kelime 1930'larda dil reformunda diriltilip dolaşıma sokulmuş, Cep Kılavuzu'unda Arapça kökenli "mesud", "saadet" yerine "mutlu(luk)"un kullanılması istenmişti. Ama mutluluk kelimesinin yaygınlaşması kolay olmadı, benimsenmesi için nice yıllar geçmesi gerekti. Saadet eskiden büyük duygular için kullanılırdı; ya bütün bir ömrü kaplayan, ya gelecek hakkındaki büyük umutları dile getiren, ya da bütün bir toplumu gönendiren duyguları yansıtan içi dolu bir kelimeydi. Bugünse, günlük, gelip geçici duygular da "mutluluk"la dile getiriliyor. 1961'den önce milletvekili seçilenler mecliste "vatanın ve milletin saadet ve selametine mugayir (...) bir gaye takip etmeyeceğime..." diye ant içerlerdi. 1961'de bu metin değiştirildi, milletvekilleri "halkın mutluluğu için çalışacağıma..." diye ant içmeye başladılar. Bu metin değişikliği, "mutluluk"u yerli yerinde "saadet"in içeriğinde tutuyordu. Oktay Rifat'ın 1952'de çıkan Aşağı Yukarı adlı kitabında yer alan (şiirin ilk yayımlanışı çok daha önce olsa gerek) o çok güzel "Karıma" adlı şiiri "Saadet bir çimendir bastığın yerde biter / Yalnızlık gittiğin yoldan gelir" dizelerindeki "saadet" kelimesini şair aynı kitabın 1963'te çıkan yeni basısında "mutluluk" diye değiştirmiş. Bence yazık etmiş, "saadet" o şiirin duygu dünyasına çok yakışan, tadına tat katan bir kelimeydi. Ama söylemek istediğim bu değil, şair "mutluluk"u yine eski içeriğinde tutmuş. Demek ki, "saadet"in eskidiğini 1960'larda hissetmiş. Mutluluk o yıllardan başlayarak bir tuttu, bir tuttu ki, önünde durulmaz oldu. "Saadet"in yerini almak yetmedi ona, taştı oradan. "Sevinç, kıvanç, hoşnutluk, memnuniyet, neşe, bahtiyarlık, huzur, sükûn, rahatlık, gönenme, sağlık afiyet" gibi aynı anlam dizisi üzerinde yer alan ama aralarında ince farklar bulunan duyguların tekmilini, her türlü "iyi halde olma"yı dile getirir oldu. Bunda İngilizcede basit, günlük sevinçleri de dile getiren "happy" kelimesinin de etkisi olduğunu sanıyorum. Ama bizim mutluluk onu da geçti.
Kulağıma gelenlerden derlediğim şu cümlelere bakalım:
Seni bugün mutlu görmek beni çok sevindirdi (neşeli yerine).
Mutlu olmak için İzmir’in Urla ilçesindeki güzel bir sahil evine yerleşti ("huzur bulmak için" olsa gerek).
Doğum günümü hatırlaman beni çok mutlu etti ("çok sevindirdi" yerine).
Sizinle tanıştığıma mutlu oldum ("memnun" yerine).
Dışarıda gayet mutluydu ama eve gelince birden sinirlendi ("neşeliydi" yerine).
Saçlarından mutlu olan kadınlar (memnun yerine).
(futbolcu sözü) Takımımda mutluyum, transferi düşünmüyorum ("memnunum" yerine).
(basmakalıp futbolcu sözü) Üç puan aldık, mutluyuz ("çok sevinçliyiz" yerine).
"Mutlu akşamlar sayın seyirciler" (TV spikeri akşam haberlerine böyle başlıyor, "iyi akşamlar" yetmiyor kendisine).
"Muhtemel", "ihtimal" karşılığında teklif edilen olası, olasılık terimleri bir türlü yerine oturmadı. Eski Anadolu Türkçesinde "olacağı" anlamında kullanılmış "olası". İlk kez 1935'te TDK'nin "Osmanlıcadan Türkçeye", "Türkçeden Osmanlıcaya" cep kılavuzlarında (bundan sonra Cep Kılavuzu diye anılacak) yer almış. Aradan seksen altı yıl geçti, ama anlamı bir türlü berraklaşmadı. Kimileri "mümkün", kimileri de "muhtemel" karşılığında kullanıyor; üstelik bunlar eli kalem tutan kişiler, bazıları tanınmış yazar. Oysa "mümkün" başka, "muhtemel / ihtimal" başka kavramlar. Bu yanlış kullanım şimdiye dek dile özen gösteren bir iki yazarca eleştirildi. Ama kullananlar uyarıları duymuyor ki... Sözlükler bile kararsız. TDK'nin çevrimiçi sözlüğü (bundan sonra Güncel Sözlük) "olası" için hem "mümkün, hem "muhtemel" anlamını verebiliyor! Kubbealtı sözlüğü ise, "olası"yı "mümkün", olasılık"ı da "muhtemel" diye tanımlayabiliyor!
2. İkinci kümedeki ilk örnek eskilerde kalmış olan bir kelime: "giderek", Nurullah Ataç'ın 1950'lerde "hattâ" karşılığında türettiği bir kelimeydi. "Hattâ"ya bir karşılık aramak lüzumlu muydu, ayrı bir konu bu. "Giderek"i bu anlamda kullananlar oldu, ama bu çok çabuk unutuldu. Unutulan şey söz konusu anlamıydı, kelimenin kendisi unutulmadı. "Gitgide", "gittikçe" anlamında kullanılmaya başladı "giderek", zamanla iyice yayıldı, bire bir aynı anlamı veren üçüncü kelime oldu. Bu üçüncü kelimeyle Türkçe bir şey kazandı mı? Aralarında hiçbir ince fark bulunmayan, bire bir aynı anlama gelen kelimeler söz dağarcığında bir yığılmaya yol açar, dile hiçbir şey kazandırmaz. "Giderek"in "tedricen" karşılığında kullanılabileceğini düşünenler olduysa da bugüne dek kelime bu anlamıyla işlenemedi. "Giderek"in hedefi çoktan unutuldu, ama türetilen pek çok kelime, aşağıda göreceğimiz gibi, onunkine benzer bir akıbete uğradı.
"Önermek" kelimesi "teklif etmek" yerine türetilmiş. TDK sözlüğünün gözden geçirilmiş 1969 basısında (beşinci bası, bundan sonra "TDK 1969") önermek bu şekilde tanımlanmış. Ama bugün pek çok kimsenin bu kelimeyi —gerek yazı dilinde, gerekse konuşma dilinde— "tavsiye etmek" anlamında kullandıkları gözler önündedir. Bu örnekte iki tarafın da tutumu eleştirilebilir. Teklif etmek benimsenmiş, yerleşmiş bir birleşik fiilken buna bir Türkçe karşılık aranması yersiz bulunabilir. Öte yandan, buna tavsiye etmek anlamını yükleyenler de yersiz bir anlam vermişler; tavsiye Türkçe kökenli olmadığı için mi "önermek"e yeni bir anlam yüklemişler? Bu da geçersiz, çünkü Türkçede tertemiz bir "salık vermek" vardı. İşin garibi, bugünkü TDK'nin çevrimiçi Güncel Sözlük'ünde kelimenin her iki anlamına da yer verilebilmiş! Oysa tavsiye ile teklif iki ayrı kelime, ikisini aynı kelimede birleştirebilecek bir anlam bağlantısı göstermiyorlar.
Yetkin kelimesi "mükemmel"i, "kâmil"i karşılasın diye türetilmiş; TDK 1969'da, Ali Püsküllüoğlu'nun Öz Türkçe Sözcükler ve Terimler Sözlüğü'nde (Nokta Yayınları, 1966, bundan sonra "Öz Türkçe") bu şekilde tanımlanmış. Fakat "yetkin"i bu anlamıyla, "mükemmel" anlamında kullanan yazar çok az oldu. "Olgun" varken "kâmil"in de yerine geçemezdi. Kelime tutmadı, tutmadı ama, unutulmadı da, konuşma dilinde "yetkili" anlamında kullananlar oldu. "Yetkili" varken neden aynı anlama gelen bir kelime kullanılsındı ki! Burada da tutunması mümkün değildi, "yetkin" zamanla "ehil" anlamında kullanılmaya başladı. Ama gerek Güncel Sözlük 'te gerekse Kubbealtı Lugati' nde (bundan sonra "Kubbealtı") ilk anlamında direniliyor. Ama bu iki sözlük her yeni kelimede aynı tavrı gösteremiyor.
Türeten ile kullanan arasındaki uyuşmazlık bir iki kelimenin kullanımıyla sınırlı değil. Örneklere devam edelim. "Beğeni"nin, ilkin Cep Kılavuzu'nda "rağbet" karşılığında türetildiğini görüyoruz. 1950'lerde "zevk" karşılığında kullanılması teklif edildi. Küçük bir yazar çizer çevresinde bu anlamıyla kullanıldı. Ama çok yerleşik bir kelime olan "zevk"in bütün kullanımlarını karşılayamazdı, karşılayamadı da. "Beğeni"nin niçin türetildiğini bilmeyenler bu kelimeyi "takdir" karşılığında kullanmaya başladı. "Konser büyük beğeni topladı" deniyordu artık. Bu kullanım çok yaygın; "zevk" anlamındaki beğeni "takdir" anlamındaki beğeninin çok gerisinde kaldı. Kubbealtı iki anlamına da yer veriyor. Güncel Sözlük ise "zevk"te ısrar ediyor; "gusto" diye de pekiştirmek istiyor.
"Zorunlu"nun ne anlama geldiği belirsiz. "Mecburi"den ne farkı var, o da belli değil. TDK 1969'da zorunlu, zaruri; zorunluk da zaruret olarak açıklanmış. Başlangıçta bu anlamda kullanılması istenmiş. Zorunlu, zorunluk ya da zorunluluk (İngilizcedeki dengi necessary, necessity) onsuz edilemeyecek bir şey, vazgeçilmez olan bir ihtiyaçtır. Örneğin, beslenmek bütün canlılar için bir zorunluktur. Bu terimin felsefe, bilim dilinde de önemli bir yeri vardır (contingency / rastlantı, olumsallık kavramının karşıtı). Bedia Akarsu'nun Felsefe Terimleri Sözlüğü'nde (TDK Yayını, 1975) eski dildeki karşılığının zaruri, zaruret olduğu belirtilerek şöyle tanımlanmış: 1. olduğundan başka olamama durumu; 2. düşünce bakımından zorunlu doğrular çeliştiği düşünülemeyecek olan doğrulardır; 3. neden-etki bağlantısındaki zorunluluk, doğa yasaları gibi; 4. Ahlaki zorunluluk; burada doğal bir zorunluluk değil de gereklilik söz konusudur.
Mecbur(iyet) ise yüküm, yükümlülüktür, bir şeyi ister istemez yapma durumunda kalmayı dile getirir ("mecburi"nin İngilizcedeki dengi compulsory, obligatory, mandatory). Kullanımlarına bakalım. Subayların Doğu illerinde, tıp fakültesi mezunlarının "mecburi hizmet" yükümlülükleri vardır; burslu olarak okuyan öğrencilerin de bir mecburi hizmet süreleri vardır. Bunlar verilen tanıma uygun. Ama Anayasa'nın 24. maddesinin bir cümlesi şöyle yazılmış: "Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır." "Mecburi" anlamında kullanılmış, zaruri değil. Anlam çarpıtılmış. Bütün üniversitelerde kullanılan "zorunlu dersler" - "seçimlik dersler" sözleri, kanun dilindeki "zorunlu emeklilik", "zorunlu sigorta" terimleri ile aynı çarpıklık sürer. Teklif edilen anlamın resmî dilde bile başka bir anlamda kullanılması bildirişimsizliğin en yadırgatıcı kertesidir. Güncel Sözlük de, Kubbealtı da zorunluluk ile mecburiyet terimlerini eşanlamlı kelimeler olarak tanımlıyor. İki sözlük de gerek "zaruri", gerekse "mecburi" tanımlarında bu iki kavramı gerektiği gibi ayırt edememiş. Bilim, felsefe dilinde çok önemli bir yeri olan "zorunlu"nun "mecburi"den ayıramayan bir dil ilkel bir dildir.
Ne anlama geldiği gitgide belirsizleşen bir kelime var: "aşama". 1935'te Cep Kılavuzu'nda "mertebe" karşılığında türetilmiş. TDK 1969'da "rütbe" karşılığı olduğu belirtilmiş. Güncel Sözlük'te rütbe, merhale, mertebe, paye, etap... hepsi birden. Kubbealtı'nda ise merhale, basamak, kademe, hamle karşılığında kullanıldığı belirtilmiş. "Safha" karşılığında da kullanılıyor. "Rağmen"in yerini tutması gereken "karşın" kelimesi de yerini yadırgayan kelimelerden. Mektep medrese görmüş mürekkep yalamış kişiler bile "buna karşılık" (eski dilde "buna mukabil") diyeceklerine "buna karşın" diyorlar.
3. Bilinen bir kelimeye yeni bir anlam yüklenmesinin en tanınmış örneği "izlemek". Daha önce birçok kez eleştirilen bu kelimenin son durumuna bakalım. Takip etmek, bir şeyin arkasından gitmek, izini sürmek anlamına gelen "izlemek" fiilinin "seyretmek" anlamında kullanılmaya başlaması televizyonun Türkiye'ye girişiyle aynı zamandadır. Nitekim, TDK 1969'da izlemek fiili sadece takip etmek, arkasından gitmek olarak tanımlanmış; "seyretme" anlamına doğal olarak yer verilmemiş. Sinema filmlerindeki görüntü seyredilen bir şey olduğuna göre, televizyondaki görüntünün de "seyredilmiş" olması gerekirdi. Televizyonun ilk yıllarında bütün programları seyreden bir kitle vardı; belki de o kitleye yönelik olarak türetildi bu anlam, kim türettiyse. Seyretmek kelimesi yerinde kalsaydı, hiçbir eksiklik hissedilmezdi. Neden türetildi, hiçbir yerde inandırıcı bir açıklamasını bulamadım. "Modayı izlemek", "edebiyat dergilerini izlemek" sözlerinde olduğu gibi bir sürekliliği dile getirecek biçimde kullanılmış olsaydı, televizyonda dilinde de uygun bir anlam türetilebilirdi. Örnekse, "o diziyi izleyemedim" (yani dizinin bazı bölümlerini kaçırdım) ya da "haber kanallarındaki tartışmaları izlemek" doğrultusunda kullanılsaydı yeni bir anlam kazanabilirdi "izlemek". Oysa bugün gördüğümüz ne? Operayı, baleyi, konseri "izlemek" diyenler bir hayli. İlk ikisinde "seyretmek", üçüncüsünde "dinlemek" devre dışı bırakılmış. Dahası, gençler arasında "manzarayı izlemek" diyenler çıkıyor. Kullanılamaz bu anlamda. "Polis olaya izleyici kaldı" diyenler de oluyor. Bu sonuncu örnekte "seyretmek"in ikinci, yan anlamı alınıp "izlemek"e yamanmış. "İzlemek"in son durumu bu.
Var olan, anlamı herkesçe bilinen kelimelere daha önce bilinmeyen yeni bir anlam yüklenmesine bir örnek de "düş". Bilinen anlamına göre, düş, Arapça kökenli "rüya"nın Türkçe karşılığıdır. Düş ile hayal ayrı kelimeler. Birçok halk şiirinde geçen "Gündüz hayalimde, gece düşümde" basmakalıp dizesi bu iki kelime arasındaki farkı açık seçik bir biçimde duyurur. Buna karşın, Arapça kökenli hayal'i atıp yerine düş diyenler oldu. Düş kelimesinin üstüne çok basıldı, anlamı eğilip büküldü. "Düşlemek" kelimesi icat edildi. TDK'nin Örnekleriyle Türkçe Sözlük'te (1995) "düşlemek", "hayal etmek" diye açıklanmış. Demek ki artık "hayal" kurmayacağız, düşleyeceğiz ya da düş kuracağız. Aynı kelime Ali Püsküllüoğlu'da "Bir şeyi varmış gibi, olmuş gibi zihinde tasarlamak, canlandırmak, düş olarak oluşturmak" diye tanımlanmış. Düş, yani rüya görmek irade dışında meydana gelen bir olay olduğuna göre, nasıl "oluşturulabilir"? Püsküllüoğlu daha önce, 1966'da yayımladığı Öz Türkçe'de "düşlemek"e hayal etmek anlamını vermişti. "Düş"ten bir de "düşlem" türetildi; Ali Püsküllüoğlu'nun öteki sözlüğünde "fantezi", "hülya" karşılığı olarak verilmiş. Güncel Sözlük'te ise "Düş yoluyla beliren görüntü" diye bambaşka bir anlam yüklenmiş. Ben "imagination" karşılığında da kullanıldığını gördüm.
4. Çeviri terimler... Batı dillerinden çeviri yoluyla türetilen kelimeler ya bilim diline ya da teknoloji diline özgüdür. Hangi batı terimine karşılık oldukları genel kullanım amaçlı sözlüklerde her zaman belirtilmez. Yaşantı bunlardan biri. 1960'larda felsefeci Prof. Macit Gökberk Almanca Erlebnis kelimesini karşılamak için türetmiş. Almanca felsefe metinlerinde geçtiği için bir Türkçe karşılık düşünmüş herhalde. Çok yanlış anlaşılmış bir kelime yaşantı. Öyle ki TDK 1969'da bile "yaşama tarzı veya belirtisi" diye tanımlanmış. Macit Gökberk TDK'nin de eski başkanlarından. Sözlüğü hazırlayan kurul, kurumun başkanlarından birinin türettiği bir terimi anlamadan sözlüğe almış. Hiç almasaydı daha iyiydi. Çünkü bu tanım düpedüz yanlış. Sürüp gidecek olan yanlış anlamaların da kaynağı. Bedia Akarsu Felsefe Terimleri Sözlüğü'nde "yaşantı"yı bütün anlamlarıyla, derinlemesine tanımlamış. Verdiği tanımları sadeleştirirsek, "yaşanılan, görülen şeylerden kişiliği zenginleştirdiği kabul edilen, bir anlamı olan bütün şeyler" demek yaşantı. Erlebnis günlük dilde pek de ihtiyaç duyulmayacak, daha çok bir kitap sözü (İngilizcede ona en yakın kelime experience, Fransızcada expérience vécue). Yaşantı da öyle olmalıydı. Terimi anlayan çevirmenler çevirilerinde "yaşantı"yı türetilme amacına uygun olarak, düzgün bir şekilde kullandılar. Fakat bu kelime çeviri metinlerden taşıp genel dolaşıma girince moda olmuştu. Kitabi sözlerin kitleye yayılmasına sevinebiliriz belki, ama tıpkı "söylem" terimi gibi "yaşantı" da kastedilen anlamından uzaklaştı. "Hayat, yaşam, hayat tarzı, yaşama biçimi, yaşayış", hattâ "ömür" karşılığı kullanılmaya başladı. Güncel Sözlük "yaşantı"nın Türkçeye hiçbir şey katmayan bu çarpıtılmış anlamını da veriyor. Kubbealtı ise kelimenin Gökberk'in meram ettiği anlamına yer vermemiş bile. 1960'larda, 70'lerde "yabancılaşma" (Verfremdung, alienation) teriminin uğradığı talihsizlikten daha büyük bir talihsizliğe uğradı "yaşantı".
Çeviri kelimelerden biri de ağızlarda sakız olan süreç. O kadar ki, süreç pek çok kimseyi bıktırdı. Yeni sözlüklere göre, eski Türkçedeki karşılığı vetîre. Ama eski Türkçede de yaygın bir kelime değildi bu. Şemsettin Sami'nin Kamûs-ı Türkî 'sinde bugünkü anlamını hiç de hatırlatmayacak biçimde tanımlanmış: 1. dar yol, keçi yolu, 2. üslub, tarîk, nesak [tarz, yol], 3. burnun iki deliğini ayıran zar. Mehmet Bahaettin'in Yeni Türkçe Lügat'indeki (1924) tanım da şöyle: keçi yolu, yol, suret, veçhe, üslup, minhac, minval, mehil, mühlet. Süreç bu kelimeyi değil, batı Avrupa dillerindeki process kelimesini karşılasın diye türetilmiştir. "Süreç" ay, yıl gibi zaman birimleriyle ölçülebilecek bir kavram değil. Bugünün sözlüklerinde de hedeflendiği anlama uygun bir biçimde tanımlanıyor. Buna şükretmeliyiz. Ama "süre", "müddet" anlamında kullananların, "şu kadar yıllık bir süreç" diyenlerin sayısına bereket.
Görüntü de bir çeviri-kelime olarak doğdu. 1950'li yılların edebiyat metinlerinde şiirde "image" karşılığında kullanılırdı. İşte bir örnek, Oktay Rifat'tan: "Bir dili kullanmak, kelimelerin bizde uyandırdığı görüntülerin yardımıyla bir şey anlatmak demektir." Altı çizili kelime "image" karşılığında kullanılmış. Oktay Rifat'ın nesir yazılarını 1992'te yeniden yayımlayan Adam Yayınlarının görüntü kelimesini genç kuşakların anlayamayabileceğini düşünerek o terimin yanına bir yıldız işareti koyup "image", hayal diye açıklama ihtiyacı duyması çok yerinde. Bir örnek daha: "Mısraları, görüntüleri, istedikçe göz önüne getirdim. Oysa bazı mısralar her okudukça başka bir anlam kazanıyor." Bu yazı 1963'te yayımlanmış, yine aynı anlamda "görüntü". Püsküllüoğlu'nun Öz Türkçe'sinde (1966) "görüntü" hâlâ bu anlamda. 1970'lere, televizyonlu yıllara gelince ömrünü dolduruyor görüntü. Yerine Dîvânu Lugâti't-Türk'te bulunan, "işaret, parola" anlamına gelen "im" kelimesine dayanılarak —tabii, Frenkçesini taklit ederek— "imge" türetildi. Televizyonda gösterilen hareketli resimlere ne diyecektik? Bu sorunun cevabı, görüntü oldu. Bu yeni anlam sinemada, optik fizikte de benimsendi. Fakat görüntü burada da rahat bir anlama kavuşamadı. Sık sık "manzara, görünüm, görünüş" kelimeleriyle karıştırılıyor. Bu üç kelimede de "görüntü"deki hareketlilik olmadığı için manzaraya (yani yerinde duran bir şeye) görüntü denmesi "görüntü"ye özgül anlamını kaybettiriyor. TDK Güncel Sözlük'te "görüntü"nün altı anlamından ilki "hayalet"; ikincisi de "manzara" olarak verilmiş. Kelimelerin anlamları sözlüklerde önem derecesine göre sıralanır. En temel iki anlamı bunlar mıdır? Hayalet var olmayan bir nesne olduğu için bir yanılsama (görüntü ile) görünürlük kazanabilir, ama "hayaletin görüntüsü" denebilirse de, "Hamlet bir görüntü gördü" denemez —"gördü"nün kulak tırmalayıcılığını duymazlıktan gelsek bile. "Görüntü"nün ikinci anlamını "manzara"ya indirgemenin de "manzara" kelimesini öldürmek istemekten başka bir anlamı olamaz.
Bütün bu örnekler bir "durum tespiti" gerektiriyor.
Verdiğimiz örneklere daha nicelerini ekleyebiliriz. Bunlar kelimelerin anlamları hakkında ciddi tereddütler uyandırıyor, özellikle yazı dilinde anlaşmayı zorlaştırıyor.
1930'lardan bu yana sürdürülen kelime türetme çalışmaları daha önceleri fark edilemeyen bir gerçeği artık iyice gözler önüne seriyor. Yeni türetilmiş kelimelerin aynı içerikle eskilerin yerine oturacağı a priori olarak var sayılmış. Dilde kullanılmakta olan bir kelimeye sırf yabancı kökenli olduğu için yeni bir karşılık icat edilmesi eski kelimenin içeriğinin ondan alınıp yeni kelimeye boşaltılabileceği inancından güç alıyordu. Eski kelime belirli bir yerdedir, kullanılışında bir istikrar göstermiştir ki, söz dağarcığında belirli bir anlam edinmiştir. Oysa yeni kelimenin aynı istikrarı göstereceğine güvenilemez. Çünkü her yeni kelime yeni bir üretimdir, dolayısıyla yeni bir hayata atılır. Dolaşıma sokulunca dilin devingenliği içinde nereye gideceği, ne anlama (anlamlara) geleceği önceden kestirilemez. Belki de yeni kelime eski kelimeye sığmayacak ya da uyandırabileceği çağrışımlarla eskisinin anlamından taşacaktır. Verdiğimiz örneklerin kimilerinde gördüğümüz gibi, hedeflenen anlama uygun düşmeyen, hattâ aykırı düşen anlamlarda kullanılması bile söz konusu olabiliyor.
Kelimeler, kavramlar dolaşıma girdikten sonra anlam genişlemelerine, bazen de anlam kaymalarına uğrar. Bunlar temel anlamın uzantıları gibi düşünülebilecek, çekirdek anlama aykırı düşmeyecek olan genişlemeler ya da yan-anlamlardır. Ama bir terimin ayırt edilmesi gereken iki anlamda birden kullanılması kavramın tanımında açık seçiklik bulunmaması demektir. Örneğin, "zorunlu" zaruri mi demek, mecburi mi? "Olası" mümkün mü demek, muhtemel mi? Her iki anlamda da kullanılsın denmesi bu kavramların işleneceği kuramsal çalışmaları zora sokar, yazarlarında bir kararsızlığa yol açar.
Tabii, birden çok anlama çekilebilen, anlamı üzerinde uzlaşılmamış terimlerin kullanıldığı bir metni iyice kavramak bir meseledir. Bir başka nokta, bu gibi belirsizlikler söz konusu terimlerin geçtiği bir Türkçe metnin yabancı dillere çevrilmesinde de ek zorluklara yol açmasıdır. Öyle ki, yabancı dili iyi bilen, yerleşik Türkçeyi de iyi bilen ama sürüp giden anlam istikrarsızlıklarının pek farkında olmayan, dil tartışmalarını izlememiş ("takip etmek" anlamında tabii) olan bir çevirmen kolaylıkla hataya sürüklenir.
Verdiğimiz örneklerde okurlar kimi kelimelerde türetenlerin meramına, kimilerinde de başka bir anlamda kullananlara yakınlık duyabilir. Burada işaret edilen sorun bakımından pek önemli değil bu. Her iki durum da türetenler ile kullananlar arasında bir bildirişim kanalı olmadığı anlamına gelir. Dilde bugün pek çok aykırılık, çarpıklık var. İşin en tuhaf yanı sözlüklerde içinden çıkılamaz derecede çelişik tanımlar verilmesi, var olan aykırılıkların körüklenmesidir.
Bülent Aksoy
26 Haziran 2021