Tekhne, Ars, Sanat
Bugünkü anlamıyla "sanat", yani güzel sanat, modern çağın bir kavramıdır. Modernlik öncesinde, gerek İlk Çağda, gerekse Orta Çağda, dünyanın büyük bir bölümünde sanat kavramı ana çizgileriyle aynı içerikteydi, ama tabii, kavramı belirten kelimeler her dilde ayrıydı.
Eski Yunan'da bugün sanat dediğimiz uğraşa en yakın kelime tekhne idi. Beceri, hüner, zanaat ustalığı, meslek bilgisi gerektiren bir işti tekhne. Şiir, musıki, resim gibi, bugün güzel sanatların birer kolu olan dallar zanaat kollarıyla aynı kavram içinde toplanıyordu. Platon Devlet diyalogunda şiiri, resmi, heykeltıraşlığı hekimlik, dülgerlik, marangozluk, kunduracılık, saraçlık, demircilik, dokumacılık, nakışçılık ile aynı sırada anar. Platon ilk dönem diyaloglarından Ion'da bile şiiri aritmetik, hekimlik, marangozluk, kehanet, balıkçılık, sürücülük tekhneleri ile kıyaslamıştı. Eski Yunanca metinler başka dillere çevrilirken "sanat" diye çevrilir tekhne, başka dillerde de aynı anlama gelen bir kelime kullanılır (İngilizce ile Fransızcadaki art gibi). Bu bizi yanıltmamalı, kelimenin aslı tekhnedir. Bugün bilim kavramına giren aritmetik de arithmetike tekhne diye anılıyordu. Dil bilgisine tekhne grammatike (İÖ. II. yüzyılda yaşayan Trakyalı Dionysius'a mal edilen bir metin aynı zamanda), hitabet sanatına tekhne rhetorike (bu da, Aristoteles'in bir metnidir) deniyordu. Musıkiye de mousike tekhne deniyordu, ama bu, onun güzel sanatlardan biri olduğu anlamına gelmiyordu. Tıp da aynı kavramın içindeydi. Hippokrates'in Latinceye "ars longa, vita brevis" (sanat uzun, hayat kısa) diye çevrilen, hekimlik mesleği hakkındaki ünlü sözündeki ars / sanat kelimesinin de Yunancası tekhne idi. Batı dillerinde kullanılan, Türkçeye de geçen şu terimler tekhnenin mekanik hünerler anlamı üzerinden türetilmiştir. Teknik: hüner, beceri, zanaat; teknisyen / tekniker: becerikli, hünerli, bir zanaat dalında ustalaşmış kişi; teknoloji: beceriler, hünerler toplamı, zanaatların tekmili; teknokrasi: hünerli kişilerin yönetimi, yani devlet yönetiminde, uzmanlaşmış teknik elemanlara, özellikle mühendislere ağırlık verilmesi. Şuydu Yunancada "güzel" sıfatı için kullanılan kelime: kalos. Ama kalos, "iyi, nitelikli, faydalı, ahlaki bakımdan doğru" demekti, dolayısıyla kastettiğimiz anlamıyla "güzel"den daha geniş bir anlam bandı vardı.
Eski Yunan'da şiirden, resimden, heykeltıraşlıktan beklenen şey insanda bir güzellik duygusu uyandırması değildi. Bu tekhnelerle uğraşanların da, onların alıcılarının da ilgi alanı genel insan faaliyetleriydi. Devlet diyalogunda Sokrates kuracakları devlette şiir, resim gibi tekhnelere neden yer vermeyeceklerini anlatırken, Homeros'un gündelik işlerde olsun, devlet işlerinde olsun insanları hangi kurumların daha iyi hale getireceği, devlet düzeninde hangi değişikliklerin, hangi kanunların gerekli olduğu, hastaların nasıl iyileştirileceği, hangi savaşın nasıl kazanılacağı konularında söyleyecek hiçbir sözü olmadığını ileri sürer (599c - 600a ).
Güzel bir şiiri dinleyenlerde güzellik duygusu hiç mi yoktu diye sorulabilir. Eskiler güzel olan bir şeyden elbette zevk alıyorlar, ama o zevk başlıbaşına bir duyuş, bir estetik duyuş olarak dile getirilmiyor, hoşlanma duygusu o zevki veren nesnenin öteki işlevleri içinde eriyor, ayırt edilmiyordu. Çünkü "güzellik", "sanat" (güzel sanat) kavramları yoktu o çağda.
Uzunca bir süredir dünya edebiyatının en büyük epik ozanı sayılan Homeros'un İlyada ile Odysseia destanları şiir zevki vermek için seslendirilmiyor, şiir zevki almak için dinlenmiyordu. Sözlü bir geleneğe dayanıyordu şiir. O destanların metinleri yoktu ortada, sonradan yazıya geçirildiğini biliyoruz. Şiirleri ezbere bilen, rhapsodos denen gezici ozanlar seslendiriyorlar, başta Homeros ile Hesiodos olmak üzere belli başlı ozanları halka anlatıp şiirlerini yorumluyorlardı. Homeros'un şiirleri ayinlerde, şenliklerde, adak şölenlerinde törensi bir hava içinde dinleniyordu. Homeros'un şiiri Yunan mitologyasının, yani o çağın dinini meydana getiren eski mitleri işleyerek Yunan toplumun içinde bir "kültür birliği" de sağlıyordu.
Latinceye gelince, bu dildeki ars Yunanca tekhneye denk düşer; hüner, ustalık, zanaat demektir o da. Bu Latince birimden türeyen, sanat anlamına gelen kelimeler Latinceden çıkan Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Romenceden başka Latinceden çıkmayan İngilizcede de kullanılır.
Orta Çağ Avrupa'sında bilim öğretiminin quadrivium'u (aritmetik, geometri, astronomi, musıkiden meydana gelen dört bilgi) Yunan Pythagoras'ın evreni matematik ile açıklayan öğretisinden kaynaklanır. Günümüzde güzel sanatların bir dalı olan musıki İlk Çağda da, Orta Çağda da öteki üç bilgi dalı gibi matematiğin bir koluydu. Musıki öğretiminde saz çalmak, şarkı söylemek gibi icracılık hünerleri değil, musıkinin matematikle ilgili yönleriydi konu. Quadrivium öğretimin sonraki basamağıydı; daha önce öğretilen, yine Yunan kaynaklı olan Trivium (üç bilgi), yani Retorik (etkili konuşma sanatı), Gramer (dil bilgisi), Diyalektik (mantık) ile birlikte Yedi Bilgi'ye (Liberal Arts) dayalı öğretimin programını meydana getiriyordu. Eski Yunan'da triviumun öğretimin ilk basamağı olmasının amacı dili etkili bir biçimde kullanma tekhnesini kazandırmaktı. Dili iyi kullanan biri Yurttaşlar Meclisinde sivrilip öne çıkabiliyordu, hatiplik mahkemelerde de çok işe yarıyordu.
Bugün İngilizcede arts (çoğul), matematik ile doğa bilimlerini değil de, insan bilimlerini içine alır. Faculty of arts and sciences fen-edebiyat fakülteleri için kullanılır; arts burada edebiyat öğretiminin yanı sıra, tarih, sosyoloji, psikoloji, antropoloji öğretimini de kapsar. İngilizcede "the arts" (önünde tanımlık olunca) denince güzel sanatlar akla gelir. Bunlara karşılık, bir ikileme olan arts and crafts deyimi İngilizcede el sanatları demektir. İngilizce ile Fransızca artisan doğrudan doğruya zanaatkâr anlamına gelir. Art varken artisan (zanaatkâr) kelimesine de ihtiyaç duyulmuş. Art günlük dilde bir işte teknik beceri, hüner, ustalık anlamlarında da kullanılır, tıpkı Türkçedeki "sanat" gibi; aşçılık, terzilik, doğramacılık benzeri meslekler teknik ustalık gerektirdiği için birer "sanat"tır. Bu kullanımlar iki kavramın ne kadar iç içe geçtiğini açıkça gösteriyor.
Onsekizinci yüzyıl güzel sanatların bir dalı anlamındaki art kavramının zanaattan koptuğu bir dönemdir. "Sanat"ın artık yeni bir anlamı vardı: sanat, insan ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan bir el becerisi değil, insana bir iç hazzı verme amacı güden, estetik duygu uyandıran, edebiyat, musıki, resim gibi güzel sanatlardan biriydi. Terimin bu anlama kavuşmasında bir sıra düşünürün emeği geçmiş. "Estetik" kavramı bu dönemin bir ürünü. Araştırmalara göre, "estetik" terimini ilk kez Alman filozof Alexander Baumgarten (1714 - 1762) kullanmış (1735'te yazdığı bir eserde). Terimin kaynağı Yunanca aisthetikos. Yunancada "duyu algıları hassas olan, duyan, duygulu" demek; kelimenin fiili de "duyularla ya da zihinle algılamak, duymak, duyumsamak, hissetmek" anlamına geliyor. Baumgarten Yunanca kelimeye yepyeni bir anlam yüklemiş oluyordu. Baumgarten'e göre estetik algı, güzel olanı duymak, duyumsamak, onun hazzını tatmak demekti. Onsekizinci yüzyılda estetik kavramı üzerinde ortaya atılan fikirleri sistemli bir hale getirip bir kurama oturtan Yargı Yetisinin Eleştirisi (1790) adlı eseriyle Kant oldu. Kant'ın tanımına göre, estetik tavır hiçbir çıkar gözetmeyen, güzel olandan hiçbir fayda beklemeyen, güzele güzel olduğu için değer veren bir duyuş gerektiriyordu. Dolayısıyla sanat eseri kendine yeten, sadece mükemmelliğin amaç güdüldüğü, güzellik dışında hiçbir duygu uyandırmayan bir estetik nesneydi. Böylece sanat eseri kendi dışında hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir varlığa kavuşuyor, bir dokunulmazlık elde ediyordu. Öte yandan, estetiğin, güzelliğin başlıbaşına bir değer haline gelmesiyle sanat eseri parayla ifadeyle edilebilen, maddi bir değer de kazanmış oluyordu.
Ondokuzuncu yüzyıl başlarında ilkin Fransız edebiyatında kullanılan, daha sonra bütün bir romantik edebiyatın felsefesini özetleyen ünlü "sanat, sanat içindir" sloganı bu yeni sanat anlayışının bir ürünü olarak yaygınlaştı. Sanat eserinin içsel bir değeri olduğunu, hakiki sanatın didaktik, faydacı, ahlaki, siyasi hiçbir işlevi olamayacağını dile getiren bir sanat anlayışıydı bu. İlkin Edgar Allan Poe'nin kullandığı, ondokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın başlarının modern şiirini etkileyen "saf şiir" kavramı da aynı sanat anlayışının bir uzantısıydı.
Türkçede de, Arapçadan gelen sanayi, tekhne ile ars terimlerine denk düşer. Sanatlar, zanaatlar, ustalıklar, hünerler, marifet anlamına gelir sanayi. "Sanayi"nin tekili de sınâat, yani sanat. Aynı kelimenin tekili de, çoğulu da terim türetiyor.
Bugünkü Mimar Sinan Üniversitesinin temelinde, 1882'de kurulan Sanâyi-i Nefîse Mektebi vardır. Sanâyi-i Nefîse "güzel sanat"ın eski Türkçedeki karşılığıydı. Okulun adı 1928'de "Güzel Sanatlar Akademisi'ne çevrildi. Sanayi kelimesinin geçtiği bir başka tamlama da söz sanatları anlamına gelen "sanâyi'-i lâfziyye"ydi.
Osmanlı döneminde, daha önce "ıslahhane" adıyla kurulmuş olan, yetim ya da kimsesiz çocukların kabul edildiği okullara 1860'larda "sanayi mektebi" adı verildi. Birçok şehirde açılan sanayi mektepleri teknik meslek becerileri kazandıran öğretim kuruluşlarıydı. Kızlar için de kız sanayi mektepleri açılmıştı. Cumhuriyet döneminde 1943'ten başlayarak erkek sanat orta okulları ile erkek sanat enstitüleri açıldı. Bu okulların hepsi öğrencilerine teknik beceri kazandırma amacıyla açılmıştı. 1973'te bu tür okullara "endüstri meslek lisesi" adı verilmeye başladı.
Görüyoruz ki, sanat kelimesi Türkçede de iki anlamıyla kullanılmıştır. Sanatkâr da aynı şekilde iki anlamda kullanılır. Ressama, besteciye, şaire sanatkâr dendiği gibi, işini iyi bilen usta bir marangoza, kuyumcuya, oymacıya da sanatkâr denir. Zanaatkâr kelimesi bu ikinci anlamı pekiştirir. Zanaat, sanat kelimesinin halk ağzında uğradığı bir değişimle ortaya çıkmış gibi görünüyor.
Tekhneye dönelim. Aynı kelime Türkçede de var: tekne. Dîvânü Lugâti't-Türk'te geçer. Demek ki çok eski bir kelime. Ne var ki, Kâşgarlı Mahmud "tekne" kelimesinin anlamını herkesin bildiğini kabul etmiş olacak ki, ayrıca tanımlamamış, kelimenin karşısına "tekne" yazmakla yetinmiş. Onüçüncü yüzyıldan önceki Türkçenin etimolojisini veren sözlüğünde Sir Gerard Clauson "tekne"yi "trough" (yalak), "basin" (bir çeşit leğen) diye tanımlamış. Clauson bu kelimenin Anadolu Türkçesinde, içinde bir şey yıkanan, yahut hamur yoğrulan geniş, yuvarlak bir çanak" anlamına geldiğini yazmış. Onüçüncü yüzyılın sonlarıyla ondördüncü yüzyılın başlarında yazıldığı sanılan İbnü-Mühennâ Lûgati'nde, "Leğen, (...) [aynı zamanda] ağaçtan oyularak yapılan kap demektir" diye tanımlanmış.
Tekne kelimesini günümüz Türkçesinde de kullanıyoruz: hamur teknesi, ekmek teknesi, süt-peynir mayalama teknesi, çamaşır teknesi, tekne kazıntısı. Tanbur, ud, bağlama gibi sazların oyuk, şişkin gövdesine de tekne denir.
Bu tekne ile Yunanca tekhne arasında herhangi bir bağ var mıdır, bilinmiyor bu. Hasan Eren Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü'nde (1999) tekne kelimesinin Azerbaycan lehçesiyle Beltirce, Özbekçe, Kazakça, Kazan Tatarcası, Çuvaşça, Eski Kıpçakça, Macarcada yazım değişikleriyle aynı anlamda kullanıldığını belirttikten sonra "kelimenin kökenini bilmiyoruz" diye ekliyor.
İki kelime arasında mutlaka bir anlam bağı kurmak istersek, bir iddiada bulunmadan, Türkçedeki tekne de içinde bir iş görülen, bir işe yarayan, ya da bir hüner gösterilen bir nesnedir diyebiliriz. Bir de küçük yatlara tekne denir; buna bağlı olarak geminin kaburgası olan ana bölümüne de. Bu da, öteki tekneler gibi ağaçtan yapılmış, gövdesi oyuk bir taşıt oluşuna bağlanabilir belki.
Bülent Aksoy
20 Mart 2021