BURUK ACI
Buruk acı, iki sözcükten oluşan bir tamlama. Bu sözcüklerden ilki bir sıfat, ”buruk” diğeri ad, “acı”. Buruk sözcüğünün TDK Sözlüğüne göre anlamları:
1) Burulmuş, uygun olmayan koşullarda dönerek büyüyen ağacın kerestesi.
2) Yiyince ağzı buran, çok kekre (yiyecek): Buruk ayva,
3) Kekre tat duyan (ağız)
4) İkide bir alınıp küskünlük gösteren (kimse) şekilde açıklanmış.
Buruk Türkçe burmak eyleminden türetilmiş bir sözcük. Tümce içindeki yerine göre ad ya da sıfat olabiliyor. Acı sözcüğüne gelince yine TDK sözlüklerine bakarsak:
1) Tadı kinin gibi hoşlanılmayan veya biber gibi yakıcı olan.
2) Keskin, hoşa gitmeyen. (acı soğuk gibi).
3) İncitici (söz vb.).
4) Acılık, acı olan şeyin hali. Acı bakla, acı badem gibi.
Acı dışarıdan gelen bir etki ile dış organlarda duyulan ve o etkinin ortadan kalkması ile geçen sıkıntılı durum veya bizim için önemi ve değeri olan kişi ya da şeylerin elimizden çıkması veya umutlarımızın zarar görmesi gibi durumlarda içine düştüğümüz kötü durumdur.
Acı ile ağrı arasındaki en belirgin farklardan birisi acının dışarıdan gelen bir uyarı, ağrının ise içeriden gelen bir uyarı olmasıdır.
Acı sözcüğü dilimizde sonuna ekler getirilerek çok zengin yeni açılımlara yol açar. Bunlardan birkaçını anımsayalım. Acımak, acınmak, acıtmak, acındırmak, acıklı, acıkmak, acıktırmak, acılı, acılık, acılaşmak, acılanmak, acımsı, acımtırak ve daha niceleri…
Buruk acı tamlamasına dönelim. Doğrusunu söylemek gerekirse ben acı ve buruk sözcüklerinin ayrı ayrı anlamlarını bu dili konuşmaya başladığımdan bu yana biliyorum ama ikisini yan yana getirmeyi hiç akıl etmedim. Etmeye çalıştım ama ikisinin bir arada bulunduğu bu şeye hiçbir anlam veremedim.
Hemen not etmek gerekir ki; acının karşıtı gibi düşünüldüğünde sevinmenin, sevincin buruğu olabilir. Tam olmayan bir sevinç için “buruk sevinç” kavramı kullanılabilir, anlamlıdır ve yerindedir.
Buruk acı tanımlaması dilimizde eskiden yoktu, dilimize sonradan girdi. 53 yıl öncesinde birileri çıktı, böyle bir kavram ortaya attı. Biz ise hiç sorgulamadan onu doğru kabul ettik. Doğru olduğuna kendimizi inandırdık, başkalarıyla da bunu aynı gönül ferahlığıyla paylaştık…
Sözü daha fazla uzatmadan “Buruk Acı” nın öyküsüne geçelim.
Bir zamanların Yeni İstanbul Gazetesi’nde birilerinin aklına Türkân Şoray imzalı bir tefrika yayınlamak ve tirajlarını da bu şekilde artırmak fikri gelir. Ancak Türkân Şoray’ın yazı yazmak gibi bir yeteneği bulunmamaktadır. Yazı işleri müdürü Kayhan Sağlamer bu iş için Adnan Özyalçıner’ i bulur. O tarihlerde, Cumhuriyet Gazetesinin düzeltmeni olarak çalışan Yalçıner öneriyi kabul eder ve arkadaşı Sennur Sezer’e durumu anlatır. İkisi birlikte öyküyü kurgularlar, yazmaya başlarlar. Konu özetle köyden kente gelen genç bir kadının başından geçenleri anlatmaktadır. Kadının üzüntü ve şaşkınlıklarına neden olan olaylar Buruk Acı olarak adlandırılır.
Tefrikanın ilerleyen aşamalarında, kurguya bir şarkı eklenmesi gerekir. Bu iş de Sennur Sezer’e düşer. Sennur Sezer de dilimize pelesenk olmuş o şarkının sözlerini yazar.
gurbet içimde bir ok/herşey bana yabancı
hayat öyle bir han ki/acı içinde hancı
sevmek korkulu rüya/yalnızlık büyük acı
hangi kapıyı çalsam/karşımda buruk acı/
yıllar yılı gönlümde/bir gün sabah olmadı
bu ne bitmez çileymiş/neden hala dolmadı
sevmek korkulu rüya/yalnızlık büyük acı
hangi kapıyı çalsam/karşımda buruk acı
Daha sonra Türkan Şoray ve Rüçhan Adlı ile görüşmeler yapılır… Buruk Acı adıyla 1969 yılında (renkli) bir film çekilir. Filmin yönetmeni ve tefrikayı senaryolaştıran Nejat Saydam’dır. Türkân Şoray’dan başka filmin diğer oyuncuları Muzaffer Tema ve Tanju Gürsu’dur.
Bu güfteye Teoman Alpay da bir beste yapıyor. Şarkı filmde, gazinolarda okunuyor. Kulaktan kulağa yayılıyor. Kırkbeşlik plakları yapılıp peynir ekmek gibi satılıyor.
Zaman içinde eserin de şarkının da sözlerinin Türkân Şoray’a ait olduğu dedikodusu her yana yayılıyor. Hayır, gerçek öyle değil, böyle deseler de ok yaydan çıkmış, kimse inanmıyor.
Şarkının sözleri benim aklıma takılıyor. Buruk Acı... Buruk Acı. Sevincin buruğunu anlıyorum ama acının buruğunu hiç anlayamıyorum. Eviriyorum, çeviriyorum, acı denen şeyi azaltıyorum, çoğaltıyorum... Ama onu burup burkup bir şekle sokamıyorum.
Örneğin ağzınıza yiyecek herhangi bir şey aldınız, dilinizle bir şeyler duyumsuyorsunuz. Siz dilinizle duyduğunuz bu duyguyu nasıl tanımlarsınız.
Beş temel tat vardır: Acı, tatlı, tuzlu, ekşi ve umami. Bu umami sözcüğü pek bilinmez, ona gazetelerin bulmacalarında rastlarız.
Umami aslında neurotirasmitter olarak bir amino asitin ürünüymüş. Birçok sebzede ve meyvede bulunan ve adına glutamat denen bu amino asit, umamiyi oluşturuyormuş.
Etler pişirilirken veya sebzeler kavrulurken glutamat maddesi ısıyla karşılaştığında L-glutamat yani glutamik asit çıkıyormuş. Bu da yediğiniz şeylerin bize daha lezzetli gelmesini sağlıyormuş.
Bir başka glutamat Monosodyum glutamat ise birçok yiyeceğin içinde doğal olarak bulunmakta ve yukarıda anlatılmak istenenlerin dışında kalmaktadır.
Umaminin tadını tanımlamak biraz zor. Kendi başına bir tadı yok, doğru aromaların bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bu yüzden diğerlerinden ayrılıyor. Yine de tanımlayacak olursak ağızda kalan, boğazda bile hafif bir tat bırakan bir lezzete sahip. Ağızda hafif sulanmaya neden oluyor, dilin üzerinde hafif tüylü bir tat bıraktığı için de boğazı uyarıyor. Şarap degüstatörlerinin üç aşamalı tadım yapmalarının ve her tadım arasında bir parça ekmek veya su ile ağızlarında kalan o tadı yok etmek isteyişlerini göz önünde tutalım. Degüstatörler küçük üç ayrı yudumla dil, damak ve boğazda bu lezzeti değerlendiriyorlar.
Belki de umami yediğimiz şeye lezzetli dediğimiz ama tam da tanımlayamadığımız şeyin adıdır. Dilin üzerinde birbirinden farklı üç adet dil kabarcığı bulunuyor. Bu kabarcıklar, tat alma hücrelerinden oluşuyor. Bunlar beyine iletiler gönderiyorlar ve insanların tat almalarını sağlıyorlar.
Anlatmaya çalıştığımız ve “acı” hissinin de içinde bulunduğu bu beş ana tat dışında dilimizde baharlı, metalik ve “buruk”diye nitelendirdiğimiz duyumların algılandığı bölge bulunmaktadır. Ağzımda bakır tadı var derken o metalik tat duyumunu ifade etmiş olmaktayız.
Dilde bir başka bölge aromaları, tatların şiddet ve kalıcılığını algılar.
Bir başka bölge de o yiyeceğin sertliğini, yumuşaklığını yani dokusunu, sıcaklığını, şeklini, sesini ve rengini algılamakla yükümlüdür.
Görüldüğü gibi acı ve buruk (belki daha anlaşılabilir düşüncesiyle biz ona kekre diyeceğimiz) duyumlar dildeki farklı bölgelerde oluşmaktadırlar. İki farklı bölgeyi birbirine karıştırmak kanımızca yanlış olmuştur.
“Buruk Acı” tanımlaması yenen içilen şeyler dikkate alınırsa semantik yönüyle yanlıştır ve dilimizde yer almaması gerekir.
Denebilir ki; bu kavramla anlatılmak istenen şey yenen içen bir şey değildir. Ruhsal bir durumu yansıtır, buruk acıyı buna göre değerlendirmek gerekir. Örnek verelim. Bir sınavda başarısız oldunuz, doğal olarak üzülürsünüz, bu başarısızlığın sonuçlarını düşünerek içinizde derin bir acı duyarsınız. Bu yaşadığınız sıkıntılı psikolojik durumunuzun, kötü ruh halinizin adını buruk acı diye tanımlayabilir misiniz? Çok sevdiğiniz bir kimseyi kaybettiğinizde duyduğunuz acı buruk mudur, acı mıdır, yoksa buruk acı mıdır? Eğer insan burukluk duyuyorsa acıması yoktur. Gerçekten bir acısı varsa burukluğu olmaz.
“Buruk Acı” tanımlaması ruhsal açıdan da dikkate alındığında semantik yönüyle yanlıştır ve dilimizde yer almaması gerekmektedir.
Bu kavramların anlam ve kökenlerini irdelemekteki amacım kimseyi rahatsız etmek için değildir. Adları geçenlerin üzerine siyah bant yapıştırarak da bu yazıyı yazılabilirdim. Bu yanlış kavramın nasıl oluştuğunu ve nasıl yaygınlık kazandığını anlatabilmek için bu geçmişi olduğu gibi anlatmaya gereksinim duydum. Anlatılanlara bugün için adı geçenlerin de bir itirazlarının olmayacağını düşünüyorum.
Bu kavramlar arasındaki farkı önemsemezsek ne olur? Dilimizde "acı" kavramının anlamı değişir. Yeni kuşaklar acı denince 1- Sıradan acılar, 2- Buruk acılar diye öğrenir. Sözcük, kavram ve terimlere karşı bu duyarsızlığımız giderek toplumun iletişiminde bir "dilsizliğe" neden olur. Sözcük ve kavramlar kültür kalıplarıdır. Kültürün taşıyıcılarıdır. Yanlış kalıplarla doğru bir şey anlamak ve yapmak olanağı yoktur.
Bu çok basit olguyu daha ciddi konulara da taşıyabiliriz. Toplumda bazı davranışların karşılığı yasaktır, ayıptır, günahtır veya cezadır. Bu kurallara herkes ayrı bir anlam verirse toplumda adalet, toplumda düzen sağlanamaz.
Kavramlara, sözcüklere saygı duymalıyız. Her bir sözcük, kavram ve terim o hale gelene kadar kaç bilim insanı ve kaç sanatçının elinden geçti. O insanların emeklerine saygı duymalıyız. Bu saygıyı daha çok bizden sonraki kuşaklar için duymalıyız.
Dilimizde galat-ı meşhur diye bir söz var. “Buruk Acı” da onlardan bir tanesidir. Biz galatları meşhur etmek mecburiyetinde miyiz? Bizler, dilimizdeki galatları, yanlış anlamaları ayıklayarak gelecek kuşaklara daha iyi, daha anlaşılabilir, onların ve onların içinde yaşayacakları topluluğun daha gelişmiş, daha huzurlu bir toplum olmasına hizmet etmeliyiz.
Al Can Polat
03.04.2022