ATLAS ve KARYATID KAVRAMLARI
Var olmak yeterli değildir, varlığını sürdürebilmek için güçlü olmak gereklidir. Güç bilgi, bilgi de dildir. Dil ise onu oluşturan kavram ve terimlerdir. Bir dildeki kavram ve terimler ne kadar çok olursa ve toplum tarafından bunların anlam ve kökenleri ne kadar iyi bilinirse ve yerli yerinde kullanılırlarsa gerek toplumu oluşturan bireyler ve gerekse bireylerle yöneticiler arasında çok daha kolay ve sorunsuz bir bilgi akışı, iletişim sağlanabilir. Bu da o toplumun barış ve huzurunu, refahını sağlayacak en önemli bir etkendir.
Dildeki sözcükleri, kavram ve terimleri ister yerli olsunlar ister başka kültürlerden, başka dillerden gelmiş olsunlar bizler onları öğrenmek ve kullanmak zorundayız.
Bu kavramlardan iki tanesini bu yazıda incelemeye çalışacağız. Bunlardan bir tanesi Atlas, biz onu epey tanıyoruz diğeri öncekine göre biraz daha yabancı. Karyatid.
Atlas sözcüğünün kökenine inerek başlayabiliriz.
ATLAS TANRI
Atlas hakkında bildiklerimizin çoğunu Hesiodos’a borçluyuz. Ünlü yapıtı Thegonia’ da (Thegonia 507 ve devamı) sözü edilen Titanlardan İapetos Okeanos kızı güzel topuklu Klymene ile evlenir. Bu evlilikten dört tane oğulları olur. Bunların adları Atlas, Menoitios, Prometheus, Epimetheus’tur.
Atlas Tanrı aşırı güçlü, azgın ve çılgındır. Kronos-Zeus hesaplaşmasından sonra Titanlar Zeus ile boy ölçüşmeye kalkışırlar. Aslında çok fazla bir şey yapmadığı halde şu bizim Atlas Tanrı da isyankâr titanlarla birlikte anılır. Böylece Atlas Tanrı için de kötü bir kader biçilmiş olur. Zeus’a karşı savaşta titanlar yanında yer alıyor olmasının karşılığı sonsuza kadar Gök’ü omuzlarında taşımakla yükümlü oluşudur. Bu haliyle bakılırsa Atlas için bu sevinilecek değil katlanılacak bir kaderdir. Smyrna’lı kör ozan Homeros biraz daha farklı anlatır. Homeros Atlas’ın omuzlarında göğü değil de yeri ve göğü birbirinden ayıran direkleri taşıdığını anlatmaktadır.
Atlas’ın kardeşlerinden Menoitos’un sonu hiç güzel değil (Thegonia 510)): Zeus onun azgınlığını görür ve kabullenemez. Onu dumanlı yıldırımları ile vurup Erebos’un (yer altı) karanlığına gönderir.
Atlas’ın diğer kardeşi Epimetheus akılsız, biraz da ahmaktır. Kardeşi Prometheus’un tembihlerini unutur ve Zeus’un armağanını kabul eder. Pandora ile evlenir. Ondan sonra olacaklar ard arda gelmeye başlar. Pandora bizim çok iyi bildiğimiz kutusunun kapağını açar açmaz insanların başlarına onca kötülükler, onca belalar gelmeye başlar. Kutudan umut çıkmamış, orada kalmış. Bari umut kalmış. Ya bir de o umut kutudan çıksa idi… Düşünmek bile istemeyiz. Bu söylenceyi orta doğunun Âdem-Havva mitosu ile birlikte düşünmek bize yeni ufuklar açabilir.
Atlas’ın sivri akıllı kardeşi Prometheus’ a gelince. O zekidir. Aynı zamanda Zeus’un bile bir gün tahtından düşeceğini öngören bir bilicidir. Adı da oradan gelir. Ama akıl gücü Zeus’un tekelindedir. Yine de Prometheus onu aldatmasını becerecektir. Ateşi çalacak bir narthex kamışının ( Narteks: Miletos, Efesos, Priene dolaylarında da yetişen ve bir kez yanınca uzunca bir süre o ateşin sönmediği bir bitki, o bitkinin kamışıdır. Prometheus da ateşi çaldığında bu kamış aracılığı ile insanlara getirmiştir. Olimpiyat oyunlarında yakılan ateş de sembolik olarak bu narthex kamışının çağrıştırdığı meşaledir.) içinde insanlara getirecektir. Ama Zeus bunun altında kalmayacaktır. Ona da öyle bir talih öngörür ki… Aiskhylos’un anlattığına göre Prometheus zincirlerle bir sütuna bağlanır. Sonra kartal sivri gagası ile karnını deşer, karaciğerini yer. Titanlarla Zeus’un kavgası sürer gider.
Düşünüyorum da Prometheus insanların ateşi yanlış kullandığını görseydi eminim, pişman olurdu. Ve bilseydi böyle olacağını, insanların durduk yerde ormanları yakacağını, günün birinde çıkıp Herostratos gibi bir delikanlının Artemis tapınağını yakacağını asla ateşi çalıp insanlara getirmezdi. Bu tehlikeye ve bunca cezaya değmezmiş derdi!
Atlas tanrımız birçok kadınla birlikte olmuş. Pleione’den Pleiades ve Hyades’i, Hesperis’ten Hesperidleri yani akşam perilerini. Yalnız bu perileri Hristiyanların kız mı oğlan mı bir türlü karar veremedikleri kanatlı meleklerle karıştırmayalım. Bunlar Aphrodite gibi güzellerdir. O meleklerin çoğu şiş göbeklidir. Bizim öykücülerimiz Dione ile Kaypso’nun da babalarının Atlas olduğunu söylerler. Bu tanrılar çok yaman, yüzük parası, düğün parası düşünmüyorlar. Birçok zaman düğün dernek yapmadan birilerinin koynuna girip anlı şanlı kişileri, tanrı ve tanrıçaları peyda ediveriyorlar. İyi ki de öyle, bu dizi film tıkanır kalırdı… Olympos’ta aşkların her zaman bir cezası vardır. Birileri hep öç alma peşindedirler. Zeus’un maceraları, Hera’ nın kıskançlıkları olmasaydı bu mitoloji çekilir miydi?
Atlantis
Atlantis, Platon'un anlatmındaki Atlantis, Herkül sütunları'nın ötesindeki ve Batı Avrupa ile Afrika'nın birçok bölgesini fetheden ve 9000 yıl önce (yaklaşık MÖ 9500) Atina'yı fethetmeye çalışan; ancak başarılı olamayıp bir gecede okyanusa batan bir uygarlıktır.
Atlantis (Grekçe: Ἀτλαντὶς νῆσος, Atlas'ın adası), Platon'un Timeos ve Critias diyaloglarında ulusların kibirlerini alegorik bir şekilde anlatmak için kullandığı kurmaca bir adadır.
Bundan başka Atlantis ile ilgili birçok öykü daha vardır. Ancak bunların Iapetos oğlu Atlas ile bir ilgisi bulunmamaktadır.
Atlantik Okyanusu
Homeros’un (Odysseus XI, 155 vd) anlattığına göre
Büyük ırmaklar var orada, korkunç akıntılar var;
Önce Okeanos var, bulamazsın bir sığ yerini
dediği yer Avrupa’nın batısında yer alan büyük denizdir. Bu denize Atlantik Okyanusu adı verilmiştir. Daha sonraları insanların ufukları genişlemiş benzer büyüklükte denizlere de okyanus adını vermişlerdir.
Atlas (haritalar)
Hepimiz daha ilkokul sıralarında coğrafya derslerinde ülkemiz ve dünyamız haritaları ile karşılaştık. İşte bu haritaları topluca gösteren kitaba atlas dendiğini o yaşlarda öğrendik. İnsanların şimdi ben neredeyim, bulunduğumuz köy, kent ya da ülke haritanın neresinde bulunuyor. Doğumuz, batımız nerede şeklindeki sorularımıza yanıt bulduğumuz ve hatta ölçerek iki kent veya iki başka uzaklık arasının kaç km. olduğunu hesaplayabildiğimiz haritalar… Bir tanesi ülkemizin bir tanesi de dünyanın haritası duvarda hep asılı dururdu. Ne kadar çok bakmışızdır. Şimdi hepimizi heyecanlandıran o günlerin anıları…
Atlas Dağları
Fas’ın kuzeyinde Cebeli Tarık boğazına yakın yerlerden başlayıp Akdeniz kıyılarına paralel olacak şekilde 2400 km. doğuya doğru uzanan dağların adı da Atlas Dağlarıdır. Zeus tarafından gök kubbeyi taşımakla cezalandırılan Atlas bu dağların en yüksek zirvelerinde yaşam kazanır. Fas denince aklınıza çöller ve sıcaklar gelmesin. Fas’ın bu bölgesi gerçekten görülmeye değer. Hele de Volubilis’i (Roma kalıntılarının bulundu ören yeri) görmenizi öneririm. Coğrafyanın bu bölgesi iklimi, kültürü ve daha birçok özellikleri ile çok şanslıdır.
Atlas Kemiği
Coğrafyadan anatomiye dönelim. İnsanı ayakta dik tutan columna vertebralis /omurgamızdır. (Pars Tuğlacı Tıp Sözlüğü 1973/ s.57) Omurganın içinden /Vertebral foramen de medulla spinalis/ omurilik geçer. Central ve periferik sinir sistemlerinin uçlarının buluşma yeri burasıdır diyebiliriz. Yani o derece, öylesine önemlidir. Omurga 33 vertebradan oluşur. Bu vertebralardan servical bölgede bulunanlardan birincisinin adı os atlas’ tır. Yani şu bizim tanrı Atlas’ımız. Burada da mı çıktı demeyelim. Atlas elleri ile omzunda dünyayı taşır. İnsanda da top gibi duran kafatasını taşır. Zeus ona ceza vermiş ama bu ceza bizim için eşi bulunmaz, paha biçilmez bir armağan olmuş. Eğer Atlas kemiği olmasaydı başı kesilmiş tavuk gibi bir yere yığılıp kalırdık! Ne fena değil mi?
Atlas Çiçeği
Şimdi de dersimiz botanik. Atlas çiçeği, atlas kaktüsü ve orkide kaktüsü adlarıyla tanınan bir bitkidir ve Cactaceae (Kaktüsgiller) familyasındandır. Epifitik özellikli (ağaçlar üzerinde yaşayan) ve en çok tropikal ormanlara ait birkaç kaktüs türünden türetilmiş dikenli ve dikensiz binlerce hibrit ve kültivar süs bitkileri bu adla açılır. Değişik biçim ve başta kırmızı olmak üzere renklerde çiçekler, açar. Çiçekleri kokusuzdur.
Niçin bu ad verilmiş sorusuna yanıt olarak Morocco’dan/ Fas’tan yani Atlas Tanrımızın memleketinden dünyaya yayıldığı için bu adın verildiği söylenmektedir.
Söz botanikten açılmış iken Atlasağacından (İngilizcesi: Satinwood) söz etmeliyiz. Kerestecilikte açık ya da koyu sarı renkte, ağır ve sıkı dokulu bir tür kaplama elde edilen değerli bir ağaç. (Metin Sözen/Uğur Tanyeli Sanat Kavram ve Terimleri Sözlüğü s.30)
Adı her ne kadar bizim tanrımızı çağrıştırmış olsa da bu ağacın Tanrı Atlas ile bir ilintisinin bulunduğunu sanmıyorum. Çünkü bu ağaç Hindistan ve SriLanka’ya özgü tropik bir ağaç türü (Zanthoxylum flavum) olup Antik Yunan ile bir bağının olması çok zayıftır. Buna karşın benzeri bir sedir veya katran ağacının (Cedrus Atlantica Manetti) olarak adlandırıldığını belirleyebiliyoruz.
Atlas Sineması
Yaşı uygun olanlar Beyoğlu’ndaki Atlas Sinemasını hemen anımsayacaklardır. İlk kez 1948 tarihinde beyaz perdesi seyirci ile buluşmuş. O yıllardan başlayarak gerek yabancı filmlerin ve gerekse Yeşilçam filmlerinin gösterildiği, film dışında sahnesinde başka kültürel gösterilerin de yapıldığı bu yerin İstanbul tarihi için yeri çok önemlidir.
Değişen ve ilerleyen teknolojiler sinemaların önemini azaltmış olsa da Atlas Sinemasının kültür yaşantımızın bir parçası olarak yeniden gösterimlere başlaması çok güzel ne güzel bir şey.
Atlas kumaşı الأطلس
Diğer adı saten olan sert ve parlak ipekli bir kumaş türüdür.
Saten sözcüğünün kökeni Arapça ṭalise (طلس) ‘ dir. Tüysüz, parlak anlamına gelen adını bu nedenle almıştır.
Dilimizde saten olarak kullandığımız sözcük Fransızca satin sözcüğünden alınmıştır. Fransızcaya ve diğer Avrupa dillerine de XIV. yüzyılda İspanyolca aracılığıyla yine Arapça’dan geçmiştir. Sözcüğün aslı, Çin’in dokuma tezgâhlarıyla ünlü Tsia-tung kentinin Arapça okunuşu olan Ẕeytûn şeklidir. Zeytûn cetuni - satin
Buna göre atlasın çok eski bir dokuma türü olduğu, ipeğin anavatanı Çin’de dokunduğu ve Arap tacirler aracılığıyla Endülüs pazarlarında Batı dünyası ile tanıştığı anlaşılmaktadır. XV. yüzyıldan itibaren özellikle İtalyan ve Fransız tezgâhlarında dokunmaya başlamıştır. 13. yüzyılda Anadolu Selçukluları’nın Bizans’tan “atlas-ı İstanbûlî” getirttiklerini belirtilmektedir. Bu da Justinien döneminde (527-565) Bizanslılar’ın atlas kumaşı bildiklerini göstermektedir. Osmanlılar XVI. yüzyılın başında, kadifenin yanında atlasla ilgilenmeye ve dokumaya başlamışlar. Kanûnî’nin oğlu Şehzade Mehmed’in (ö. 1543) ilk kez giysisinde bu kumaşı kullandığını öğreniyoruz.1650’li yıllardan sonra ise yurt içinde dokunarak ve yurt dışından getirtilerek kullanımı bollaşmıştır.
Atlas özellikle Osmanlı sarayında kışın çok giyildiği için saray dilinde bu mevsime “atlas mevsimi” denilmiştir. 1554’te Türkiye’ye gelen Alman elçisi Busbecq Türk süvarilerinin al, mor ve neftî atlas elbise giydiklerini yazmıştır. Atlasa yakın bir ipekli kumaş türü olan taftanın, dayanıklılığından dolayı yelken yapımında
İslâm fıkhına göre saf ipek giymek erkeklere haram kılındığı için özellikle erkek elbiselerinde kullanılan atlasların pamukla karışık dokunduğu görülmektedir.
Bu ve diğer bilgileri İslam Ansiklopedisi’nden (Sargon Erdem) derledim. Doğrusunu söylemek gerekir ise İpek, saten gibi kumaşın erkeğe niçin haram olabileceğini anlayamadım. Eminim İslam Fakihleri bu konuda daha açıklayıcı bilgiler verebilir.
Atlas yorgan
Yorgan gece uyumak ve ısınmak veya örtünmek için iki kumaşın arasına yün, pamuk gibi doğal malzemeler doldurularak dikilen, dikerken de kültürümüze özgü desen ve şekillerle işlenen bir uyku gereci olmasının yanında, günümüze değin süregelmiş eski bir Anadolu geleneğidir. Fakir evlerde bile bir adet atlas yorgan bulunur. Gelinin çeyizinin içinde önemli bir parça olarak yerini alır.Gelinin sahip olacağı tek özel eşya da budur. Düğünde takılan takılır, altınlar, bilezikler bir süre sonra bir nedenle bozdurulur ama o atlas yorgan hep onunladır. Gelin kendisinin bir parçası gibi gördüğü yorganının fiziki temizliğini kendisi sağlar ve başkasının kullanımına da gelin izin vermez. Hallaçlık ve yorgancılık Anadolu etnografyasında çok önemli bir yer tutar.
Atlas yelken
Gemicilikte rüzgâr enerjisinden yararlanmanın yolu yelkenlerdir. Yelkenler çeşitli kumaşlardan, bezlerden yapılmaktadır. Modern yelkenler genellikle dacron'dan yapılmaktadır. Bunların özelliği ıslandıktan sonra suyu içinde tutmaması, seklini koruyabilmesi ve dayanıklı olmasıdır. Özel tekneleri için özel kesimli silicon ve dacron esaslı sentetik dokuma yelkenler yapılmıştır. Bu yelkenler ayrıca rüzgâr sürtünmesini en aza indirmeye yarar özel boyalarla boyanmaktadırlar. Son teknoloji olarak Cuben Fiber tarzı kullanılıyormuş.
Eskiden yelken bezi olarak adına tafta denilen kumaşlar da kullanılmıştır. Farsça tāfte sözcüğünden Fransızcaya da geçmiş olan taffetas yani tafta bir tür ipekli kumaştır. Bu kumaşın sağlamlığı, su tutmazlığı ve görünüşünün güzelliği kullanım alanlarını genişletmiştir.
7 Ekim 1571 tarihinde Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları arasında, Korint Kıstağı'nda, İnebahtı yakınlarında yapılan deniz muharebesinde Osmanlı Donanması çok büyük bir deniz yenilgisi almıştır. II. Selim dönemindeki bu yenilgi Osmanlı Hanedanlığının Yükselme Döneminin de sonu olmuştur. Bu savaşın komutanlarından Kaptan-ı Derya Kılıç (Uluç) Ali Paşa ile Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa arasında geçen konuşmada Kaptan-ı Derya şu sözleri söylemiştir.
“Bu devlet isterse donanmasının direklerini gümüşten, yelkenlerini atlastan yapar”
Atlas yelten öyküsü işte bu tarihsel gerçeğe dayanmaktadır. Burada anlatılmak istenen kumaş bir tür atlas olan taftadır.
Atlas taşıyıcı sütun:
Antik dönemden 19. Yüzyıl sonlarına kadar zaman zaman gerek anıtsal ve gerekse kamusal binalarda ve özellikle kapı girişlerinde elleriyle omzunda yerküreyi taşıyan Atlas heykellerini görmekteyiz. Bunlar mitolojideki Atlas Tanrıya bir gönderme ifadesidir. Yapının yeryüzünün tümü kadar önemli olduğunu ve onu çok güçlü bir tanrı olan Atlasın taşıdığı heykelleştirilerek güçlülük ve kalıcılık duygusu yaratılmak istenmektedir.
Bu heykeller kaslı erkek heykelleri olup Atlant adı veriliyor ve sütun yerine kullanmıştır.
Genellikle normalden daha büyük bir biçimde gösterilen atlantlar, Roma'daki adı Telamon’dur. Atlant heykellerinde en belirgin özellik, figürlerin öne eğik bir biçimde ve yükün omuzlarda taşındığına yapılan vurgudur. Atlantlar sadece Yunan ve Roma mimarisinde değil, Rönesans, Barok, Rokoko, Klasisizm ve Neoklasisizm'de de sıkça kullanılan bir mimari öge olmuşlardır.
Aynı şekilde taşıyıcı olarak kullanılmış kadın heykellerine de karyatid adı verilmektedir.
KARYATID
K A R Y A T İ D L E R
Karia'dan geldiler Karyatid oldular
Yeriniz başımızın üstünde dediler
Tapınak tapınak
Tanrılar tanrıçalar taşıdılar
Sunak sunak
Binbir direk
Binbir umut - binbir dilek
Hestia Poseidon Athena
Ares Eros Aphrodite
Ne çok günah ne çok günah
Paris Helena Hektor
Akhilleus Sarpedon
Ne çok savaş ne çok savaş
İki ayak üstünde yoruldular
Miletos'dan esen rüzgâr
Çarptıkça alınlarına
Sordular sorguladılar
Ne oluyoruz
Ne taşıyoruz
Niçin taşıyoruz
Birbirlerine bakıştılar
Homeros'ca söyleştiler
Dionysos'ca coştular
Thales'ce düşündüler
Düşündüler taşındılar
Bizden bu kadar dediler
Altısı birden çekildi altı yöne
Tuz buz her şey tuz ve buz
Ne Apollon ne Hera ne Zeus
Belki Zeustan haklıydı Kronosos
Tüm tanrılar, tanrıçalar
Herodotos'a sığındılar
Kadınlar, bizim kadınlarımız
Karia'lıyız, adımız büyük harflerle KADIN
Karnımızda tanrılar
Kundağımızda tanrıçalar
Biz doğurur, biz doyururuz
İşimiz yaratmak, yaşatmak
Hakkımızdır özgür yaşamak
Karyatid/ cariatide/ caryatid sözcüğü yukarıda anlatmaya çalıştığımız Atlas kavramının müennesi yani dişili dersem itiraz edeniniz olur mu? Bazı dillerde sözcükler dişi-erkek diye ikiye ayrılıyor. Çoğulları da ayrı bir sorun. Örneğin, Fransızcada meyve adlarına bakalım. Üzüm, kivi ve limon eril ama elma, şeftali, kiraz dişil! Niçin? Bir açıklaması da yok, varsa da ben bilmiyorum. Fransızlar bu meyve adlarının önlerine “le” veya “la” (article) ekliyorlar, bizim meyvelerin kimisi eril (masculin) kimisi, dişil (feminen) oluveriyor. Le raisin, le kiwi, le citron veya La pomme, la pêche, la cerise.
Bizimkiler eskiden bu eril dişil işini müennes sözcüğü ile çözmeye çalışıyorlarmış. Neyse ki dil çalışmaları yapılmış da şu eril ve dişil kavramlarına kavuşmuşuz. Dilimizin dönmediği şu müennes sözünden kurtulmuşuz.
Ali sözcüğüne “ye” ekler eklemez o sözcük Aliye, o kişi de kadın oluveriyor.
Bunu, kökü Türkçe olan adlara yapamıyorlar. Örneğin Deniz sözü erkek iken dişileşmiyor veya dişi iken erkekleşmiyor. Ya da Ender adını Enderiye diye bozamıyorlar. Kim ne derse desin Türkçenin yalınlığı, güzelliği hiçbir dilde yok. Türkçe cinsiyetçi bir dil değil. Dişiye ayrı erkeğe ayrı ad vermiş bitmiş bu iş…
Bu kadar şaka yeter. Gelelim karyatid kavramına.
100-150 yıl öncesinde yapılmış binalara, özellikle onların giriş kapılarına baktığımızda başları ile bir şeylere destek olan, onları ayakta tutan, taşıyıcı heykeller görürüz. Bu kadın heykeller yukarıda anlatmaya çalıştığımız atlantlar gibi yalnızca Yunan ve Roma mimarisinde değil, Rönesans, Barok, Rokoko, Klasisizm ve Neoklasisizm'de de sıkça kullanılan bir mimari öge olmuşlardır. Bu heykellerin erkek görünümlü olanları Atlas ve kadın görünümlü olanların da karyatid olarak adlandırılmaktadırlar..
Yukarıda Atlas’tan söz ederken Titanların tanrı ve tanrıçaların oğulları diye söz etmiştik. Her ne kadar tanrılar aralarında kapışsalar, üstün gelen diğerine cezalar verse de onların kutsallıklarından, ölümsüzlük niteliklerinden hiçbir şey eksilmiyor. Ama karyatidler bizim bildiğimiz insanlardır. Herhangi bir kutsallıkları yoktur. Aşağıda anlatmaya çalışacağımız gibi kimilerine göre savaşta esir alınmış esirler, kölelerdir, kimilerine göre güzelliklerinde ve saygınlıklarında hiç kusur bulunmayan ve tanrılara, tanrıçalara adanmış genç kadınlardır.
Karyatidlerin de kaderleri taşıyıcılıktır. Taşıdıkları ya kutsal şeyler veya kutsalları ayakta tutan şeylerdir.
Atlas bir tane, ünlü karyatidler altı tanedirler.
Atlas tanrının da karyatidlerin de bu yükü taşımaktan pek de hoşnut olduğunu söylemek olası değil. Nasıl olsun ki? Atlas’ın işi daha zor, zavallı iki büklüm olmuş, boynu yana bükülmüş. Kızlar karşıdan gördüğümüz kadar pek zorlanmıyorlar ama kımıldamadan öylece durmak zorundalar.
Karyatidler başlıklı bu şiirde geçen “Karia’dan geldiler Karyatid” oldular dizesi üzerine değerli arkeolog yazar bir arkadaşımdan haklı bir itiraz geldi. Karyatidlerin bizim Karia (güney batı Anadolu) ile ilgili olmadığını ileri sürüyordu. Ayrıca o bu görüşü ileri sürerken yalnız da değildi. Başka birçok araştırmacı yazar arkadaşım da aynı şekilde düşünüyordu. Elbette karşı görüşte olanlar da vardı.
Romalı mimar Vitrivius Peloponnes Yarımadasında bir kent devleti olan Karya halkından söz ediyor. O kadınların güney batı Anadolu’dan, Karia’dan buraya getirildiğine ilişkin bir kanıt bulunmadığını da vurguluyor. Buradaki kentin tam olarak adının da Karyai olduğunu söylüyor. Vitrivus yine o kent halkının Pers yanlısı olduğu için sonradan cezalandırıldığını, erkeklerinin öldürüldüğünü, kadınların da sonsuza kadar köle olacaklarını, temsili olarak çatıyı taşıtmak suretiyle aşağılandıklarını belirtiyor.
Gerçekten de Peloponnes yarımadasında, başkenti Sparta olan Lakonia eyaleti sınırları içinde Karyes, Karya veya Karyai olarak bilinen bir köy veya kent bulunmaktadır. Kentin adını orada yetişen ve beğenilen bir meyveden, cevizden aldığı şekline kayıtlar bulunmaktadır. O dönemlerde bile bu adın değişik şekillerde telaffuz edildiği anlaşılmaktadır. Konunun yöre insanlarının farklı algılarından kaynaklanan bir pronontiation= telaffuz sorunu olduğu sonucuna varılmaktadır.
Konu konuyu açıyor ve kıyıda köşede kalmış başka şeyler de inceleme masasına geliyor. Karyatidlerin taşıdıkları Erektheion yaklaşık M.Ö.406 yılında Atina Akropolü içinde bir alanda yapılmış.
Romalı mimar, mühendis ve yazar Marcus Vutrivius Pollio da M.Ö. 80-15 yılları arasında yaşamış ve bir yapı için üç önemli özelliği bu mesleği yapanlar veya yapacaklar için kural haline getirmiş çok önemli bir isimdir.
Haddimi aşmak istemem ama sanırım Vutrivius bir yanılgı içinde.
Nitekim Alman şair ve eleştirmen Lessing Vutrivius'un görüşünü reddederek bu görüşünün bir efsane ve “confabulation” olduğunu ileri sürmektedir.
Bir başka yazar Frank Granger, ise Vutrivius’un Pers düşmanıyla işbirliği yaptığı söylenen Küçük Asya'nın Karia adında başka bir kasabasıyla karıştırdığını öne sürüyor.
Akropoliste iki önemli yapıdan birisi -Ionia düzeninde- inşa edilen Erektheion’dur efsane kral Erekhtheus için yapılmış ve Atina’lıların en önde gelen tanrıçası Athena’ya adanmıştır. Mimarının Mnesikles olduğu sanılmaktadır. Bu heykellerin sayıları 6 tanedir ama bunlardan bir tanesi 19. Yüzyılda Lord Elgin tarafından yerinden sökülmüş ve Londra’ya götürülmüştür.
Deniyor ki; savaşta Perslerin tarafını tutan kentin insanlarından öç almak için erkekler kılıçtan geçirilmiş, kadın ve kızlar ise köle yapılıp pazarlarda satılmış. İşte bu kızları, kadınları temsil için buraya sütun yerine onların heykelleri dikilmiş. Böylelikle Persler aşağılanmış ve onlardan öç alınacakmış.
Değerli arkeolog yazarımız Canan Küçükeren’nin Gurbetçi Karialılar adlı eserinde (s. 216) okuduğumuz gibi M.Ö. 480 yılında Kserkses komutasındaki Persler ile Hellenler arasında Salamis önlerinde bir deniz savaşı olur. Bu savaşta Karia kraliçesi I. Artemisia Perslerin tarafını tutar. Deniz savaşı Artemisia’nın üstün savaş tekniği ile sona erer. Hellenler perişan olmuştur. Herodotos Tarihinde (s. 412/ 99’ da) bu olay nedeniyle hemşerisi ve hayranı olduğu kraliçe Artemissia’dan çok büyük bir övgü ile söz eder. Ve yine Artemisia’nın bu büyük başarısı kimilerince Herodotes’e yollama yapılarak “Bu gün kadınlar erkekler, erkekler kadınlar gibi savaştılar” diye söylenir.
İşte bu büyük yenilginin öcünü almak için Hellenler, Lakonialılar, Akhalar veya Arkadialılar harekete geçmiş ve daha sonra öçlerini almış ve bir grup insanı da alıp Lakonia’ya götürmüş olabilirler. Orada yerleşen bu insanların kurdukları köye, kente de Karyes, Karya veya Karyai denilmiş olabilir. Ancak bu konularda aşırı bir yorum yapmak ve tarihin sessiz tanıklığına sığınmak çok tehlikeli olacaktır. Bu nedenle Vutrivius’un yanılgısına düşmeden konuyu yeni bulgu ve bilgiler gelene kadar masanın öteki ucuna itelim.
Atinalılar için Athena, tanrıçalar arasında en önemlilerden bir tanesidir. Atina kentinin koruyucu tanrıçasıdır. Akropolis ise Panteon ile birlikte Atina’nın en kutsal yeridir. Bu sütunlar da o kutsal mekânı ayakta tutan en önemli elemanlardır. Öç alındığı söylenen bu kız ve kadınlar ise ellerinden yurttaşlık hakları alınmış, aşağılanmış, itilip kakılmış ve köleleştirilmiş insanlardır. Bir kutsal tapınağı ayakta tutacak en önemli eleman için kızoğlan kızlar dururken kölelerin, ikinci sınıftan birilerinin seçilmiş olması inandırıcı olamaz. Tanrılara, tanrıçalara bir kurban veya bir armağan sunulacak ise bunun kusurlu olması ne Yunan-Anadolu ve ne de dünyanın hiçbir yerinde hiçbir inanç tarafından kabul edilemez. Kusurlu bir adak sunmanın kutsal varlıklar tarafından iyi karşılanmayacağından, ricanın yani duanın yerini bulmayacağından korkulur ve tarih sayfaları bu korkularla doludur.. Örneğin, İslam’da gözü kör veya boynuzu kırık ise o hayvan kurbanlık olamaz, kurban edilemez.
Roma’da “homo sacer” kavramı vardır. Nomosa göre belli bir suçu işlemiş ve cezalandırılacak olan kişinin kutsallaştırılmadan öldürülmesi öngörmektedir. Bunun altında yatan gerçek tanrı veya tanrıçalara sunulacak olan adağın herhangi bir nedenle kusurlu olmaması gerçeğidir.
Homo sacer örneklerini diğer kültürlerde recim cezası olarak görmekteyiz.
Dolayısıyla Karyatid heykellerinin köleleri temsil ettiğini değil de Atlas’ın dişi uyarlaması olduğu düşünmek daha yerinde olacaktır.
Karyatid sözcük olarak kökeninin kora veya kore yani genç kız anlamına geldiğini ve Persephone’nin ikinci adı olduğunu Azra Erhat’ın Mitoloji Sözlüğündeki Kore maddesinden (s.229) anlamaktayız.
Hellas dilinde “kanephore” başında sepet taşıyan genç kız anlamına gelmektedir. Bu figürün veya başında sepetle dans eden genç kızların, karyatidlerin tasarım ve yapımında en önemli düşünce olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim 100 yıl öncesinde, M.Ö. 525 yılında da Delfoi’de benzer yapıların inşa edildiğini bilmekteyiz.
Karia, Zefirya - Halikarnassos-Petrum veya bugün Bodrum’un da içinde bulunduğu bölge olarak kabul edilmiştir. Ancak görünen odur ki mimar Vutrivus ile başlayan söylem farklılıkları hızını kesmeden sürüp gitmektedir.
Şiirde sözü edilen Karia yerine Karyai denilmiş olsa yani Karyatid kavramının kökeni olarak bu iki kentten birisi kabul edilse bile bu değişiklik şiirin varacağı hedefi değiştirmemektedir. Şiirde kullanılan argümanlar ve anlatılan olaylar gözden kaçırılmamalıdır.
Bu şiirde bir zamanların Kubapa’lı, Kybele’li, Artemis’li anaerkil sistemi ile el üstünde tutulan kadın tarım toplumunun gelişmesi, ve onunla eşzamanlı olarak dinlerin baskısı toplumsal düzenin kadın aleyhine değişmesine neden oldu. Karyatidler ister özgür yurttaş ister köle olsunlar ancak bir yapının direği olabilirler. Bu düzen çok uzunca bir süre devam etmiştir. Ancak Miletos’da Thales yine Ege’nin diğer Anadolu kıyılarında Anaksimenes ve Anaksimendros ile başlayan bir gelişme daha vardır. Buralardan artık bilimin ayak sesleri duyulmaktadır. Bunlar da Olympos’un saltanatını sorgulatmaktadır. Nitekim Miletos’dan esen rüzgâr alınlarına vurdukça ifadesi bu olayları anlatmaktadır. Kadınlarımız iki ayak üzerinde durmaktan yorulduk diyorlar, da biz niye buradayız, bizim işimiz ne diye sorular sormaya başlıyorlar. Sonra bilimin kendilerine gösterdiği aydınlık yolda geleceklerini ilgilendiren çok önemli bir karar veriyorlar. Kısa ve öz olarak “bizden bu kadar” diyorlar. Kadınlar düzene ilk kez karşı çıkmıyorlar. Aristofanes tarafından MÖ 411 yılında yazılmış Lysistrata adlı o ünlü, tiyatro tarihinin ilk savaş karşıtı tek perdelik, seyirlik bir oyunu düşünelim. Kadınlar Iı ıhh Derse adıyla çevrilen ve sahnelenen o oyun kadının gücünü göstermektedir. Kadınların sorunlarını başkaları değil kendileri çözeceklerdir. Kadınlar kendilerine sağlam yandaş müttefikler bulduklarında her türlü sorunun altından kalkabilirler.
Kadınlar şiirde vurgulandığı gibi kendilerine biçilen bu ödevi yapmıyorlar. Ve sonra o dinsel yapı tanrılar tanrıçalar hepsi tuz buz olup dağılıyor. O tanrılar ve tanrıçaların sığınabilecekleri tek yer yine bir Karia’lı olan tarihin babası Herodotos’tur, onun yazdığı sayfalardır.
Burada dönüp bir kez daha okuyalım. Kadınlarımız kurtarıcılarının din değil bilim olduğunun farkına varmışlar, bu bilince ulaşmışlar. Kadınlarımız adımız büyük harflerle KADIN derken toplumda yitirdikleri konumlarını yeniden elde etmek istiyorlar. Doğuran biz yaşatan biziz, biz de özgür yaşamak istiyoruz diye haykırıyorlar.
Anlatılmak istenen tarihsel olayları neden-sonuç bağlar ile bire bir yazmak değil kadınlığın tarihinde birkaç yüzyıllık küçük kesit almaktır. Karia’dan geldiler Karyatid oldular sözü ile Karia da ima edilmiş olabilir ancak bu olgu anlatılmak istenen ana temanın yanında çok küçük bir ayrıntıdır.
aCp
11.03.2021