SİVİL TOPLUM KURULUŞU DEĞİL DEMOKRATİK TOPLUM KURULUŞU
STK / NGO
Sivil Toplum Kuruluşları / özgün adıyla Non - Governmental Organisation
Her sanatçı bilgi ve becerilerini yetenekleri ile birleştirerek yeni bir eser yaratırken bu işi özgün, kendisine özgü bir yöntem ile yapar. Bilim insanlarının kabul edip uyguladıkları tarzlar ise biraz daha sınırlıdır. Sanatın, içeriği kadar ifade tarzı da çok önemlidir. Bilim insanları ile karşılaştırıldığında sanatçının bu özelliği çok gelişmiştir. Sanatçıyı diğerlerinden ayıran, sanatını yeni, tek ve özgün kılan da budur. Buna sanatçının tarzı, stili, biçemi gibi adlar da veriliyor.
Toplumsal olayları inceleyenler ve politika üretenler de program ve projelerini halka anlatırlarken bir yol, bir yöntem kullanırlar. Politikacıların programlarına teorik veya içerik dersek yöntemlerine de pratik veya retorik diyebiliriz. Politikacının retoriğini oluşturan en önemli şeylerden birkaç tanesi, az sözle çok şey anlatan, çabuk benimsenen, kolay akılda kalan, unutulmayan özlü sözler, sloganlardır.
Başarılı bir politikacının kendine özgü bir konuşma tarzı ve kullandığı sloganlar vardır. Bu açıdan bakıldığında sanatçı ile politikacı arasında bir benzerlik bulunmaktadır.
Her politik görüş ve her politikacı kendine özgü bir retorik geliştirmek zorundadır. Halk, politikacının kendilerine anlatacağı içerik kadar belki de onlardan daha çok bu sözleri duymak ister. Bu tarz ve sloganlar zaman içinde sürekli tekrarlandığı için o politikacıyla özdeşleşir.
Yakın tarihimiz politikacılarından Bülent Ecevit tarafından geliştirilen konuşma biçimi, giydiği kıyafetler ve kullandığı sloganlar bir örnek olarak gösterilebilir. “Toprak İşleyenin, Su Kullananın” sloganı ve benzerleri… Bu sloganların Ecevit’in anlatmak ve uygulamak istediği Ortanın Solu programı ile bire bir örtüşmesi yanında söylenme kolaylığı, benimsenmesi, akılda kalıcılığı uyguladığı retoriğin başarılı olmasını sağlamıştır. Ecevit Mavisi veya Ecevit Kasketi bu retoriğin en çok başarılı olan ve söylendiğinde toplumda hala karşılık bulan sembolleridir.
İngiltere’nin politik tarihinde “ V ”/ Victory sembolü başbakan Sir Winston (Churchill (1874-1965) ile özdeşleşmiştir.
Latin Amerikalı devrimci Che Guevara’ nın kepi, giysisi, botu, parkası, purosu ve ödünsüz konuşmaları hepsi birleşerek CHE efsanesinin doğmasını ve yaşamasını sağlamıştır.
Yine bir örnek vermek gerekirse Fransız İhtilali liberté, égalité, fraternité/ özgürlük, eşitlik ve kardeşlik şeklinde formüle edilen üç sözcük üzerine kurulmuştur. Fransız İhtilali der demez Bastille Hapishanesinin alevler içindeki resmi gözlerimizin önüne gelmektedir.
Marksizm’in “ zincirlerimizden başka kaybedeceğiniz bir şey yok” ve “dünyanın bütün işçileri birleşin” şeklindeki sloganları büyük kitleleri harekete geçirmeye yetmiştir.
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra dünyanın ekonomik ve politik yapısında değişimler gecikmemiştir. Bu değişimlerle eş zamanlı olarak toplumların üst yapı kurumlarının ve kültürel yapılarının da değişmesi kaçınılmaz olmuştur.
Lenin parti kongresinde yaptığı bir konuşmasında programlanmış hedeflere ulaşılabilmesi için güçlü bir yönetime olan gereksinimlerini “Bütün İktidar Bolşeviklere” sözleri ile özetlemiştir.
Bunlar gibi tek kutuplu hale gelen dünyada en büyük emperyal güç olan ABD’ nin ideologlarınca geliştirilen retoriğe göre ekonomide, politikada, savunma sanayiinde, sosyal ve kültürel alanda tüm iktidarın neo-liberalizme devredilmesi istenmiştir.
Bu düşüncelerini (Graham E. Fuller, Amerikan RAND Corporation düşünce kuruluşunun daimi politik danışmanı, ABD Merkezi Haberalma Teşkilatından yetkililer) “Yeni Dünya Düzeni” olarak ilan etmişlerdir. Onlara göre (Francis Fukuyama 1992) “Tarihin Sonu” gelmiştir. Artık bundan sonra yapılması gerekenler ulusal devletlerin geriletilmesi, küçültülmesi, parçalanması ve tasfiye edilmesidir. Sovyetlerin ortadan kalkması ile demokrasi yolunda ilerlemek isteyen devletler için dış tehdit sona erdiğinden ulusal bir devlet yapılanmasına da gereklilik kalmamıştır. Bunun için devleti ve devleti ayakta tutan orduların küçültülmesi kamu yatırımlarının sona erdirilmesi, devletin elinde bulunan her türlü ekonomik değerlerin özelleştirilme yolu ile elden çıkarılması, satılması, devletin ekonomiden elini eteğini çekmesi gerekmektedir.
Yeni Dünya Düzeninde kapitalist sistem onlara göre hızla küreselleşmektedir. Bu küreselleşmenin önünde durmak akıllı bir davranış olamaz. Çevre ülkelerin geleceğini onların dış satım ve dış alımları belirleyecektir. Kapitalizmin sihirli eli onları kalkındıracak, mutlu ülkeler düzeyine yükseltecektir.
Çevre ülkelerde ulusal çıkarlar halkların refah düzeylerinin yükselmesinde yararlı değil zararlıdır. Ulusal çıkarlar neo-liberalizmin ve küreselleşmenin de önünde engel olarak görülmektedir. Sovyetler Birliği ortadan kalktıktan sonra dünyada tek bir ekonomik sistem kalmıştır. Bu sistem geliştikçe ulusal çıkarlar değil çevre ülkelerde yaşayan halkların bireysel çıkarları korunacaktır.
Neo-liberal sistemin işleyebilmesi ve yerini sağlamlaştırabilmesi için başta Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri, giderek Rusya Bağımsız Devletler Topluluğu ve Asya ülkelerinin yeniden şekillenmesi gerekmektedir. Avrupa’da eski Yugoslavya’nın din ve etnik ayrımcılıklar kışkırtılarak yedi parçaya bölünmesi sağlanmıştır. Bu ülkeler parçalanırken Almanya birleştirilmiş, IRA ve BASK sorunları çözülmüştür. Çevre dağılırken merkez toparlanmıştır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın BOP ve GOP projeleriyle yeniden düzenlenmesi, 22 ülkenin haritalarının değişmesi planlanmıştır. Açıklandığı gibi bu bölgelerde yönetimler şekillendirilmek istenmiş ve kısmen de şekillendirilmiştir.
Samuel P. Huntington gibi emperyalizmin ideologları dünyada meydana gelen olayları bir “Medeniyetler Çatışması” olarak tanımlamaktadır. O ve onun gibi düşünenler çevre ülke insanlarının ulusal değerler yerine global çıkarları esas alması gerektiğini iddia etmektedirler. Onlara göre gelişmiş ve uygarlıktan payına düşeni almamış ülkeler bu savaşta kendilerine düşen rolleri üstlenmelidirler. Bu ülkeler Batı uygarlığı için geçerli olan bağımsızlık ve laiklik gibi standartlar ile uğraşmamalı kendilerine uygun görülen rollere göre hareket etmelidirler. Türkiye için de öngörülen sırmalı kaftan, Ilımlı İslam’dır. Laiklik, sekülerlik gibi kavramlar Batı Uygarlığına ait değerlerdir. Doğu toplumları bu yabancı kavramlarla oyalanmamalıdır. Laiklik bu toplukların sahip olduğu manevi değerlere aykırı düşer.
Gelişmiş ülkelerde ekonominin büyümesiyle birlikte çevre ülkelere yaşayanlar da az ya da çok, hak ettikleri ölçüde bu gelişmeden, büyümeden paylarını alacaklardır. Asıl olan ulusal çıkarlar değil grup çıkarları, “insani” değerlerdir. Bu değerler arasında törelerin, geleneklerin yaşatılması vardır. Bunun anlamı etnik değerlerin yüceltilmesidir yani mikro milliyetçiliktir. Etnik kimlikler kadar önemli olan bir başka şey de her türlü din ve mezhepçilik akımlarıdır. Çevre ülkelerde dinci ve etnik oluşumlar desteklenmeli, yoksa bu oluşumlar yaratılmalıdır. Yeşil Kuşak projesinin bir devamı olan FETÖ Hareketi de ABD’ nin desteği ile çok gelişmiştir. İlginçtir o dönemde iktidar partisi de koşulsuz bu harekete ortam hazırlamış ve destek vermiştir. Huntington’a göre dünyayı oluşturan insanlar, toplumlar ve onların yarattığı kültürler ikiye ayrılırlar. Gelişmiş batı ve gelişme olanağı bulunmayan diderleri…
Küreselleşme adı altında bir “Pax Americana” tüm dünya halklarına dayatılmak istenmiştir. Bu barışın önünde engel olan kişi, örgüt ve devletler terörist olarak suçlanmakta, terörist listelerine alınmakta, yaptırımlar uygulanmaktadır. Bununla da kalınmamakta, Vietnam, Afganistan, Yugoslavya ve Irak örneklerinde olduğu gibi onlarla doğrudan savaşa girilmekte veya CIA, AID gibi örgütler de kullanılarak her türden halk hareketi şiddet kullanılarak bastırılmaktır. Şili’de, Türkiye’de olduğu gibi faşist darbeler tezgahlanmaktadır. Bu gelişmiş, uygar ülkelerin yaptığı her şey doğru kendi dışında kalan ülkelerde her şey yanlıştır.
Pax Americana için başka ülkelerin toprak bütünlüğü önemli değildir. Hatta o ülkelerin Yugoslavya’daki gibi parçalanması çok uygun bir yol olarak görülmektedir. Bölünemiyorsa otonom eyaletlere ayrılmalıdır. Ancak kendi ülkeleri için sınırların tartışılması asla söz konusu olamaz.
Elbette geri kalmış, geri bıraktırılmış bu ülkelerde de çok büyük demokrasi ve insan hakları sorunları yaşanmaktadır. Ancak bu sorunların çözümü için bu ülkelerin insanlarından çok emperyalist devletlerin harekete geçmiş olmaları dikkat çekmektedir. Bu jandarmalık işine uzaktan bakanlar da bunların barış ve demokrasi koruyucusu olduğunu sanır ( ! ). Oysa onların üç ana amacı vardır biri ekonomileri için kaynak yaratmak, biri ürettiklerini satmak için pazarları elinde tutmak ve bu sömürü düzeninin sürdürülebilmesi için sopa göstermek… (Obama’nın beyzbol sopasını unutmuyoruz)
Neo-liberal sistem, doğrudan eli altında tuttuğu NATO ve benzeri kuruluşlar aracılığı ile doğrudan veya dolaylı olarak bir ülke işlerine karışabildiği gibi bu işleri o ülke halklarını kışkırtarak ve silahlandırarak, ayaklandırmalar yolu ile de gerçekleştirebilmektedir. Zaman zaman da vekiller kullanarak, vekâlet savaşları yürütmektedirler. Bu savaşlar ve ayaklanmalar için Taliban, IŞID, El Kaide gibi terör örgülerini de desteklemektedirler. PKK gibi örgütleri parasal, lojistik desteğini sağlamakta ve müttefik dediği, NATO’ da birlikte olduğu bir ülkeye yaptığı saldırılarını desteklemektedirler. Bunların acı ve kanlı örneklerini içinde yaşadığımız coğrafyada çokça gördük ve görmeye de devam etmekteyiz. Irak, Suriye başta olmak üzere birçok ülkede yaşananları ayrıntıları ile sıralamaya sanırım gerek bulunmamaktadır.
Emperyalist sistem yaptıklarının normal bir şey olduğunu kabul ettirebilmek, yaptıklarına saygınlık kazandırabilmek çok büyük bir propaganda gücüne gereksinim duymaktadır. En başta kendilerinin emperyalist, saldırgan ve sömürücü olduğunu yok saymak, saydırmak ve unutturmak istiyorlar. Onlara göre kapitalist sistem tartışmasız iyi onun dışında kalan sistemler tartışmasız kötüdür. Her şeyin en iyisini özel girişimci şirketler yapar onların dışındaki kamucu, toplumcu kuruluşlar asla iyi bir şey yapamazlar. Günümüz uygarlığının kurucusu ve ayakta tutup geliştiricisi merkez ülkelerdir. Açıkça söylenmese bile onlar üstün onların dışında kalan ülkeler ve onların kültürleri geridir. Bunlar yaşamak, varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa merkez ülkeleri izlemelidirler.
Özel sektör, insan için her türlü fedakârlığa katlanır, bireyin özgürlüğü için her şeyi yapar devlet ise devletin çıkarlarını korur. Asıl olan bireydir, bireyin haklarıdır. Devlet halkın haklarını değil elle tutulmaz, gözle görülmez bir devlet kavramına hizmet eder. Devlet kamu yararı adı altında özgürlükleri kısıtlar özel sektör ise sınır tanımaksızın genişletir.
Bu ve benzeri emperyal düşünceleri belleklere yerleştirmek, tekelci uluslararası şirketlerin egemenliklerini sağlamlaştırabilmek için askeri güç kadar ve belki de onlardan daha önemlisi çevre ülkelerinin yönetsel yapılarını, hukuki statülerini değiştirmek gerekmektedir. Öte yandan bütün bu değişikliklerin o ülke halklarının benimsenmesi de sağlanmalıdır. Bu son projelerinin gerçekleşmesi demek kültürel yapının dönüşümü demektir.
Çevre ülkelerdeki adet, gelenek, görenek ve hukuk normlarının global değerler ile uyumu sağlanmalıdır. Bunun için önce yerel değerlerin aşağılanması, küçümsenmesi, bu ülkelerde tarım ve hayvancılığın, el işçiliğinin geriletilmesi ve merkez ülke kültürünün yüceltilmesi, eleştiri dışına itilmesi gerekmektedir. Bunlar için en önemli araçlar yerel hükümetler ile yapılacak işbirliği ve anlaşmalar ve halklar için de propagandadır.
Bu propagandalarının içeriğinde, kafalarının içinde hiç olmadığı halde kullandıkları retorikte eşitlik, birey özgürlüğü, insan hakları, demokrasi gibi kavramların sürekli öne çıkartılmaktadır.
Emperyalizm, globalizasyon söylemleri ile birlikte teknolojinin rüzgarını da arkasına alarak propaganda retoriğinde çok önemli değişiklikler yapmıştır. Merkez emperyal ülkelerde çalışanların örgütlenme, demokratik haklarını kullanarak partileşme hakları yokken veya kısıtlıyken bu eksiklikleri yok sayılmakta, çevre ülkelerde bunların olmayışı veya yeterince gelişmemiş olması ise pişkinlikle eleştirebilmektedirler. Bunun da ötesinde o ülkelerin varlığına ve bütünlüğüne söz söylemeyi ve müdahale etmeyi kendileri için bir hak olarak görmektedirler.
Paris sokakları sarı yeleklilerin protestoları ile çalkalanırken bunların nedenleri, Örneğin, Fransa’ daki toplumsal sorunlar göz ardı edilmekte, Libya’da, Suriye’de yaşanan olaylar gündeme çıkarılmaktadır. Bunun başlıca nedeni o ülkelere müdahale zemini yaratma çabasıdır.
Örneğin ABD’de Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin dışında niçin başka bir partinin olmadığı, olamadığı, ABD’ de apartman girişlerinde kartonlara sarınıp gece soğuğundan korunmaya çalışanlar asla sorgulanamamaktadır. Bu ülkede düzenin devamı için yeminli bu iki partinin dışında başka bir örgütlenmenin sözü bile edilemez. Mc Charty dönemi, Rosenbergler olayı hala belleklerde tazeliğini korumaktadır.
Seçimi kaybeden Trump’un adamlarıyla Kongre binasını basması bir darbe olarak değil de basit polisiye bir olaymış gibi geçiştirilebilmektedir. Kendi sistemlerinin içindeki ağır yaralar gizlenmektedir.
Emperyal ülkelerin bu propagandaları için yalan söyleme hakları da bulunmaktadır. Örneğin Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın elinde NBC silahları var şeklinde bütün dünyaya en yetkili ağızlardan yalan söylenmiştir. Embed Press ve Post Truth vb. kavramları politikaya onlar kazandırmışlardır.
Emperyalizmin amaçlarına ulaşmak için çevre ülke insanları arasında da kendisine, neo-liberal düşünceli taraftarlar arayıp bulmaktadırlar. Bu çoğu soldan dönme neo-liberaller onların örgütlenmelerine her türlü desteği vermektedirler. ABD ve AB bu örgütlenme ve örgütsel faaliyetleri sürdürebilmek için ya doğrudan parasal yardım yapmakta veya proje başı ödemeler yapmaktadırlar. Bu yardımları kendi ülkelerinde kurdukları benzer hukuki statülü dernekler örneğin NED (National Endowment For Democracy) ve AB genişleme fonları aracılığıyla gerçekleştirmektedirler.
Yazı başlığına aldığımız konuya dönersek; çevre ülkelerde çağdaş demokratik değerler doğrultusunda yerel ve ulusal örgütlenmeler varken bunların varlığı ve işleyişi önüne çeşitli engeller çıkartılmıştır. Ülkemizde 1980 askeri darbesiyle her türlü, işçi, memur örgütlenmesi, dernekler, sendikalar ve siyasi partiler faşist bir baskı altına alınmışlar ve kapatılmışlardır. Halk apolitize edilmiş, bilinçli bir program adım adım uygulanarak politikanın dışında itilmiştir. Yapılan referandum ile baskı altına alınan halka kabul ettirilen anayasa eskisine göre çok daha anti demokratik hükümler içermektedir. Ayrıca çoğulcu demokrasi engellenerek yerine demokrasiyi belli tarihlerde sandığa gidip oy verme anlayışı yerleştirilmiştir. Düşünce ve ifade özgürlüğü kısıtlanmıştır. Grev, miting, toplantı ve gösteri hakları kullanılamaz hale getirilmiştir. Örgütlenme hakkı ve siyasi faaliyetler önceden konmuş faşist kalıpların içine hapsedilmiştir.
İşte bu sosyal ve politik atmosfer içinde emperyalizmin işini kolaylaştıracak bir örgütlenme biçimi olarak karşımıza NGO, Türkçe okunuşu ile enciyo, NeGeO çıkmaktadır. Bu üç harfin dilimizdeki açılımı Non - Governmental Organisation ‘dur.
Bu kavramı dilimize Sivil Toplum Kuruluşu veya Örgütü olarak çevirdiler. Bire bir, sözcük sözcük çevirseler hükümet dışı örgütlenmeler demeleri gerekmektedir.
Niçin bu yol seçildi?
Çünkü Türkçede sivil sözcüğü asker, askeriye dışında kalan kişiler ve şeyler anlamına gelmektedir. Sözüm ona asker bir millet olan, asker olma özelliği ile övünen Türk milletine tokat gibi bu kavramı yutturmuşlardır. Halkı askerin karşısına konumlandırmıştır.
Sivil kavramının karşıtı Türkçemizde askeri ve resmi kavramlarıdır. Resmiyet ciddiyet, yapılan işin kayıtlı, belgeli oluşudur. Resmiyet bu işlemler nedeniyle vergi vb. yükümlülük ve sorumlulukların da bulunuşu anlamına gelir. Örneğin resmi nikâh bir kayda dayanır, buradan çıkacak uyuşmazlıklar mahkemelerde çözümlenir ve taraflara daha önceden konmuş olan kuralların çiğnenmesi halinde yaptırımlar uygulanır. Oysa imam nikahı sözlüdür ve yaptırımı yoktur. Erkek ne dediyse o olur. Merdiven altı imalata izin verilmez ama ilişkilerin merdiven altında, kayıt dışı yürütülmesine göz yumulur. Zaman zaman da kol kanat gerilerek özendirilir. Osmanlıdan kalma bir anlayışla halkımız işlerini yerel örfe göre çözümlemenin kadıya gitmekten daha pratik olduğunu yaşayarak öğrenmiştir.
Emperyal güçler için hukuk ve mahkemeler kendi şirketlerinin çıkarlarını korumak için vardır. Onun dışında halkın resmi veya imam nikahı kıymak gibi, hukukun evrenselleşmiş kuralları gibi bir dertleri, sorunları olmaz. Onlar için çalıştırdıkları işyerlerinde ucuz işçi ve sattıklarını alan iyi müşteri olmak yeter de artar bile. Bunların dışında devletin yaptırımları sorumsuzca despotizm veya faşizm olarak adlandırılabilmektedirler. Oysa bu kavramlar pratikte gerçeği ifade için değil suçlama için kullanılır olmuşlardır.
Sivil kavramın ikinci karşıtı da askeri sözcüğüdür. Sivil-asker işinin içinde başka hesaplar da vardır. Türk halkı askerini sever, Mehmet’ çiğim der bağrına basar. Oysa emperyalizm için Mehmetçik kavramının gözden düşürülmesi gerekmektedir.
Emperyal güçler kendilerinin yaptırdıkları askeri darbeye karşı halkta biriken tepkiyi kendi lehlerine çevirerek tepkiyi bu yöne yönlendirme cinliğini göstermişlerdir.
Halkın gözünde ordu ve devlet kavramlarının saygınlığının yok edilmesi bu proje için gerekli görülmüştür. Ordu hizmeti bir vatan görevi olmaktan çıkarılmak ve profesyonelleştirilmek istenmiştir. Ordunun genel kurmay başkanı terörizm ile suçlanıp hapse atılmış, kozmik odaya girilerek en gizli belgeler ortalığa saçılmıştır. Devlet dairelerinde devletin kurucusunun resminin bulunmasına karşı çıkılmış bazı banka ve şirketlerin adlarının önündeki TC simgesi kaldırılmıştır. Bunlar akıl ile yurtseverlikle açıklanabilecek bir şey değildir. Bunlar emperyalizmin paralı, parasız uşaklarının yapacağı işlerdir. Benzer şeylerin ABD ve AB gibi ülkelerde normal ve gerekli görülürken biz ve bizim gibi ülkelerde demokrasiye, insan haklarına aykırı sayılmaktadır. Bunların tümü iyi niyetten yoksun, hatta kötü niyetlidir.
Sömürücü güçlerin çevre ülkelerine yönelik propagandalarının en önemli ayaklarından birisi din, laiklik, millet, milliyet gibi kavramların yeniden tanımlanmasıdır. Türkiye’nin kuruluş felsefesinde yatan laiklik ve vatandaşlık bağı ile bağlı olanın Türk sayıldığı gerçeği, ülkenin bölünmez bütünlüğü tartışmaya açılmak istenmekte hilafet, eyalet gibi kavramlarla Türk halkının ve Türkiye’nin bağımsızlığı ve özgürlüğü yok edilmek istenmektedir. Öte yandan kullanılan dil yerli işbirlikçiler aracılığıyla büyük bir saldırıyla karşı karşıya bırakılmaktadır.
Emperyal güçler için Türkiye’de güçlü bir orduya gerek bulunmamaktadır. Kendi başına buyruk kesilebilecek bir ordu kurdukları sistemi, 27 Mayıs örneğinde olduğu gibi tersine çevirebilirler. NGO ile artık “Sivil” bir güç doğmaktadır. Bu güç ile devlet ve orduya seçenek oluşturulacak ve hareket yeteneğini geriletilecektir! Onlara göre ordu NATO standartları ve programı içinde kalmalıdır. Esasen her şey özelleşirken, ulusal sınırlar tarih olurken orduya gereklilik de yoktur.
Çevre ülkelerde orduya gerek yoktur ama merkez emperyalist ülkelerde vardır. Dünya tek kutuplu hale geldikten sonra küreselleşme propagandalarıyla birlikte NATO, ABD ve AB ‘nin savuma ve silah sanayi bütçeleri daha da büyümüştür. Bu gerçek ustaca gizlenmektedir. Bu ikiyüzlülük değilse nedir?
NGO veya STK’lar gerçekten sivil mi? Gerçekten hükümet dışımı? Hayır. Zaman zaman Türk hükümetinden ayrı çalışsalar bile ABD ve AB gibi devletlerin hükümetleri ile sıkı bir işbirliği içindedirler. AB parlamento üyeleriyle, ABD başkanı Clinton ile görüşmeleri her nasılsa devlet ve hükümet ile yapılmış görüşmelerden sayılmamaktadır. Onların çizdikleri planlar içinde hareket etmek, onlardan sağlanan paralarla projeler üretmek çok doğal karşılanmakta ve bunları Türk halkına da övünçle anlatabilmektedirler.
Bu kuruluşlar bir toplum kuruluşu mu? Yoksa toplumda ABD ve AB’ nin istediği yeni dünya düzenini inşa etmek için özel olarak belirlenmiş bir topluluk mu? Özellikle Türkiye’nin imzaladığı Gümrük Birliği Antlaşması ve AB’ye tam üyelik başvurusu sonrası yapılan hukuki düzenlemeler Türkiye’nin sanayileşmesi, gelişmesi için değil yabancı sermaye adıyla Türkiye’ye geleceği düşünülen doğrudan veya dolaylı dış yatırımların güvenliğini sağlamaya hizmet etmeyi amaçlamaktadır. AB’ ye tam üyelik, Helsinki, Kopenhag kriterleri diye yola çıkıldı ama bir arpa boyu yol alınamadı. Tam üyelik hayal oldu ama Türkiye’nin AB’ye ankraj durumu gerçekleşti. Ülkeler arası uyuşmazlıklarda Londra Mahkemelerinin kararlarının geçerliği kabul edildi. En baştan ve çok açık olarak Türkiye’nin tam üyeliğinin asla gerçekleşmeyeceği AB’nin her kademesince söylenmiş olmasına karşın STK adıyla çalışan bu kuruluşların başlıca amaçları ne pahasına olursa olsun Türk ekonomisinin ve hukukunun AB’ ye yamanması olmuştur. 2004 yılını esas alırsan aradan geçen 20 yılda Türkiye’de tarım ve hayvancılık neredeyse yok olmuş, tarımsal her tür ürünü dışarıdan alır hale gelmişiz, sanayide de Batı’nın taşeronu ve tedarikçisi olmaktan bir adım ileriye gidememişiz. Doğrudan yatırım yerine borç aldığımız ve bol bol faiz ödediğimiz bir ülke durumuna gelip dış ve iç borç batağına saplanmışız. Artık tam bu noktada durup düşünmek gerekmektedir. Biz nerede yanlış yaptık? STK’ lar da 4-5 yıldızlı otellerin lobilerinde içkilerinizi yudumlarken eğer bu ülke için içinizde iyi bir şeylerin küçük bir kırıntısı kalmışsa siz de lütfedip biraz düşününüz. Oysa görünen o ki; borç bini açmış iken birileri günü kurtarmaya birileri batan geminin mallarını kapışmaya çalışmaktadırlar.
Uygulamada hükümet dışı olması düşünülen STK ‘ların çoğu nedense hükümet politikalarının en sıkı savunucuları olmuşlardır. Doğal olarak STK nın sivilliğini de toplumculuğunu da artık ciddi olarak sorgulamak gerekmektedir.
Elbette Türk ekonomisinin bin bir türlü sorunu vardır, elbette Türk Hukuk Sistemi özellikle 12 eylül faşist darbesinden sonra allak bullak olmuştur ama bunların çözümü AB reçeteleri ile olamazdı, olmadı, bundan sonra da olmayacaktır.
AB kriterleri, standartları denilen şeyler kusursuz bir sistem demek de değildir. Onları şu anda görece kalkınmış gösteren şey sistemlerinin iyi güzel, ekonomilerinin düzgün olduğu anlamına gelmemektedir. Onların gelişmişlikleri, refah düzeyleri dünya halklarını sömürmeleri ile sınırlıdır. Çevre ülkelerin uyanmaları ile durum tersine dönebilir. Nitekim küreselleşme hayalleri Çin, Hindistan ve benzer ülkelerin ekonomik büyümeleri karşısında suya düşmüş görünmektedir. BRICS üyelerinin sayısı her geçen gün artmaktadır. Doların tahtı sallanıyor. Bu durumda STK adıyla yola çıkanların iyi niyetli olanları bir kez daha düşünmelidirler.
Demokrasi, insan hakları gibi kavramlar Batı Uygarlığı’ nın tekelinde olan şeyler değildir. Bu kavramların bedelini doğuda da batıda da halklar türlü şekillerde kanlarıyla, canlarıyla ödediler. Şimdi de üzerlerine düşen ödevleri yapacaklardır. Demokrasi halkın her bir bireyinin eşitliği ile sağlanabilir. Her bir bireyin dünyada olup bitenleri bilecek bilgi, bilinç düzeyine kavuşmasıyla sağlanabilir. Batıda çok övündükleri demokrasi kendi oligarşilerinin ülkeleri içinde kendilerinin dışında kalan halkı ve ülkelerinin dışında kalan tüm halkları sınırsızca ve acımasızca sömürmelerinin adıdır. Bu sömürü düzeninin dışında, tüm dünya halklarının barış, huzur ve refahını sağlayacak başka bir ekonomik, politik, sosyal ve kültürel dünya sistemi mümkündür.
STK denilen bu örgütlenmelerden önce sanki hiçbir örgütlenme yokmuş gibi bir hava yaratılmaktadır. STK kavramından önce bu ülkede Demokratik Kitle Örgütleri vardı ve hükümet üzerinde bugünden çok daha etkiliydi.
ABD ve AB’ nin dillerinden düşürmedikleri demokrasi, insan hakları gibi kavramlara karşın kendileri dışındaki topluluklar için böyle bir demokrasi kaygıları olmadığından ve hatta çok başlı bir demokrasi yerine tek sesli bir yönetim işlerine daha çok geldiğinden “demokrat” kavramından hoşlanmamış ve bu gerekçeyle vazgeçmiş olabilirler. Ama bunu kabullenen ve savunan Türk aydınlarına, politikacılarına ne demeli?
Şu governmental sözcüğünü Türkçemize kim, kimler ve neden sivil diye çevirmişlerdir. Bunun üzerinde gerçekten durmakta çok büyük yararlar vardır. Liberal solcular başta olmak üzere bu kişilerin taktıkları maske yüzlerinden çıkartılıp atılmalıdır.
Hiç ama, fakat demeye gerek yok, açık konuşulmalı. Demokrat sözcüğünün yerine Sivil sözcüğünün konmasında çok sinsi bir amaç vardır.
Demokratik örgütlerdeki işleyiş örgüt üyelerin istek ve oyları doğrultusunda şekillenir. Yöneticilerin seçilerek işbaşına gelmeleri ve seçimle işten uzaklaştırılmaları esastır. Bu kuruluşlar denetime açıktırlar. Yöneticiler dönem içinde ve sonunda üyelere hesap vermek zorundadırlar. Ayrıca Bakanlığa bağlı birimlerce de denetlenirler.
Oysa sivil toplum örgütü denen yapılanmaların içinde vakıf, cemaat ve tarikat oluşumları da vardır. Mahalle baskısının temsilcileri, eli silahlı çeteler bile zaman zaman bu örgütlenmeye katılabilirler.
Bu örgülerde seçim olmaz. Yönetici seçimsiz olarak başka hiyerarşik yöntemlerle belirlenir. Ortakların veya üyelerin oy ve denetim haklar yoktur. Vakıflarda ise vakıf kurucusu veya mütevelli heyetinin dediği olur. Diğerleri alınmış kararlara uyarlar.
Heyhat… Demokrasi çığlıkları ile fırtınalar estiren STK’ lar neredeler? Kendi içlerinde demokrat olamayanlar, olamayanlar demokratik bir işleyişi içlerine sindirenler halka nasıl demokrasi getirecekleri?
Asıl amaç, üyelerin iradelerinin dışında denetimden uzak bu kişileri STK çatısı altına sokmak, bu şemsiye altında toplamaktır. Vakıf, cemaat, tarikat ve hatta kim oldukları ne yapmak istedikleri belli olmayan, adlarını platform olarak açıkladıkları topluluklar bu yolla koruma altına alınmış olacaklardır. STK şemsiyesi altında yaşama hakkı bulan bu topluluklar kamu yararına derneklere sağlanan kolaylıklardan, vergi istisna ve muafiyetlerinden de yararlanabileceklerdir. Devletin kurumlarıyla özel protokoller imzalayarak kendi cemaat ve tarikat propagandalarını yapmakta, anayasanın ve yasaların emredici hükümlerini yok sayarak eğitim birliği ve laik eğitim ilkelerin ayaklar altına alabilmektedirler.
Bu kuruluşlar, üye denetimi de olmadığı için kendilerine sağlanan AB ve ABD fonlarını ve ayrıca iktidar kaynaklarını kullanacaklar ve zaman zaman veya tamamen paralel bir devlet yapılanmasına bile girebilecektir. Terör örgütlerinin bile bu yapılanma içinde devletin korumasından yararlanarak faaliyet göstermesi mümkün olabilir. Çok yakın bir tarihimizde bunun acı örneklerini gördük, yaşadık. Aynı yanlışı yeniden yapmak çok üzücüdür.
Küreselleşmeci güçler propaganda programlarındaki retoriklerini doğal olarak kullanacaklar ve karşı oldukları görüşün retoriğini oluşturan söylemleri de unutturmaya çalışacaklardır. Doğrusunu söylemek gerekir ise başarılı da olmuşlardır.
Bugün sağcısı solcusu, dincisi, milliyetçisi her ağzını açtıklarında birkaç kez STK sözcüğünü tekrarlamaktadırlar. DKÖ kavramını neredeyse anımsayan bile kalmadı. Onların bu başarısının arkasında kendisini demokrat olarak niteleyenlerin onlar kadar sorumluluğu vardır. Artık uyanma zamanının geldiğini söylemeliyiz. Bu kuruluşlarımızın kendilerini başkalarının koyduğu adla çağırmalarına artık izin vermemelidirler. En azından kendi söylemlerinde, yazışmalarında, afiş ve pankartlarında, ilanlarında kendi adlarını, DTK sembolünü kullanmalıdırlar.
Yazının başında da söylediğimiz gibi her sanat dalının, her politik görüşün yaptığı işe uygun bir tarzı vardır. Bu tarzın en başında o kuruluşun kullanacağı retorik gelir. STK yukarıda anlatmaya çalıştığımız sakıncaları bir yana küreselleşmeci, emperyalist güçlerin retoriğinde yer alan bir kavramdır. Halk için halktan yana bir politik hareketin de mutlaka kendisinin bulup geliştireceği retoriği, sembolleri ve sloganları olmalıdır. Başkalarının, başka görüş ve ideolojilerin sembolleriyle, başkalarından ödünç alınan, kiralanan söylemlerle başarılı olunamaz. Halkın mücadele geleneğinde yeri olan ama unutulan, unutturulan ancak bu hareketi en iyi ifade edebilecek ad yeniden güncellenebilir.
STK yerine DTK Demokratik Toplum Kuruluşu denebilir. Başkaları bu adı kullanmasa bile demokratik kitle örgütleri kendi adlarını ısrarla DTK olarak kullanmaları gerekmektedir.
Halktan yana, halk için, halkla birlikte, halkın içinde
Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye
STK değil mutlaka DTK, Demokratik Toplum Kuruluşu kavramını kullanalım.
04.01.2024
Ali Can Polat