YANLIŞ KULLANILAN KAVRAMLARDAN DÖRDÜ
(Emrah Safa Gürkan'ın BUNU HERKES BİLİR kitabından aynen alıntıdır) 17 Ocak 2022
XIII - YANLIŞ KULLANILAN KAVRAMLAR
Türkiye'de tarih aslında geçmişle değil, bugünle alakalı bir uğraş; birçoğumuz tarih kitaplarını günümüzün sıkıntılarını anlamlandırmak ve çözmek için okuyoruz. Yine bugünün siyasi ve ideolojik kavgalarında haklı çıkmak için tarihin orasının burasının rahatça bükülebildiğini, buna bazen meslekten insanların da katıldığını itiraf etmek gerek. Her üniversiteye açılan ilk bölümün tarih olması boşuna değil!
Kitabın diğer bölümlerinde girdiğimiz teorik tartışmalar ve okuyucuyu alıştırmaya çalıştığımız metodolojik kıvraklıklar aslında tarihle girilen bu sıkıntılı ilişkiyi çözmeye çalışmakta. Bu kısımda daha mütevazı bir hedefle yola çıktık: Günümüz bilim adamları, entelektüelleri ve kanaat önderleri tarafından yanlış bir şekilde kullanılan kavramları açıklamak. Bilginin yayılması ve demokratikleşmesinin doğal bir sonucu olarak kulağımıza çalınan sözcüklerin sayısının her gün arttığı bir ortamda, bu kavram kirliliğinin önüne geçmek için umarım hala geç kalmamışızdır.
Hümanizma-Skolastisizm
Bu kısımda ele alacağımız iki kavram aslında birbirine alternatif bir eğitim programı ve felsefe metodu sunan iki zıt akım. Ancak, Türkiye'de her ikisi de anlamının çok dışında kullanıldığı için bu durumun farkında olan pek yoktur herhalde. Hümanizmadan türemiş hümanist, genelde insanları sevmek ve hatta diğergam (İng. altruistic) bir şekilde başkalarını düşünmek manasında kullanılırken; skolastik de genelde sorgulamanın yasaklanması ya da bağnazlık şeklinde algılanıyor. Oysa her iki kullanım da yanlış. Her ne kadar hümanizmanın kökünde Latince insan (homo, hominis) kelimesi bulunsa da, hümanist felsefenin direkt insan sevmekle bir alakası yok. Karşımızda Kristeller gibi tarihçilerin felsefe dahi demekten imtina ettiği ve yine bir başka tarihçi Nauert'in "entelektüel çözücü" (İng. intellectual solveni) olarak adlandırdığı, belirli bir müfredatı ve tetkik yöntemini savunan kültürel bir akımdan fazlası yok esasen.
"Hümanizma'' aslında Rönesans döneminde kullanılan bir kelime değil; ilk kez 1 808 yılında bir Alman tarihçi tarafından dolaşıma sokulan ve yüzyılın ortalarından itibaren kitaplara girmeye başlayan, yani yine kendi kavramlarını geçmişe dayamaya çok meraklı meslektaşlarımın ürettiği bir terim. "Hümanist" ise onbeşinci yüzyılda üniversite öğrencileri arasında ortaya çıkan ve studia humanitatis adı verilen ve Ortaçağ üniversitelerinin üç temel fakültesinde (hukuk, tıp ve ilahiyat) okutulmayan dil bilgisi, belagat, şiir, etik felsefe ve tarih gibi dersleri veren hocalar için kullanılan bir ifade. Üniversitelerdeki insan bilimleri fakültelerinin isminin de buradan geldiğini ekleyelim.
Geç Ortaçağ'ın büyük polymath'i (no1ı,uı:; (polus: çok) + μa0rı (mathe: öğrenmek), birçok alanda bilgi sahibi olan) Petrark'tan itibaren yaygınlaşmaya başlayan ve Rönesans döneminde tavan yapan hümanizma aslında yeni bir müfredat önerisi. Kilisenin ve hükümdarların ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan Ortaçağ üniversitesi müfredatı, ondördüncü yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ve birçoğu ya cumhuriyet olan ya da temsili kurumlara sahip İtalyan şehir devletlerinin ihtiyaçlarını karşılamıyordu. Burada öğretilen Aristocu mantık, tıp, felsefe ve ilahiyatın şehir devletlerinde bir karşılığı yoktu. Bunları yöneten zengin tacir sınıfına vatandaşlık bilinci aşılamak ve temsili bir yapıda siyaset yapmayı öğretmek için gerekli olan müfredatı sunan ise hümanizma oldu.
Belagat, şiir ve dil bilgisi meclis kürsülerindeki konuşmalarda etkinliği hedeflerken; etik felsefe ve tarih gibi alanlar da hem siyaseti daha rahat anlamlandırmayı hem de elitlere bir aidiyet ve sosyal sorumluluk anlayışı aşılamayı amaçlıyordu.
Hümanizmanın yavaş yavaş yerini aldığı skolastisizm de sanıldığı gibi geri kafalılık ya da bağnazlık anlamına gelmiyor. Avrupa üniversitelerinin ortaya çıkmasıyla onikinci yüzyıldan itibaren peyda olan bu öğrenme metodu diyalektik sorgulamaya dayanıyordu; yani gelenekselleşmiş bir metinden (İncil, papalık fermanları, Aristo ve Aquinas gibi filozof ve ilahiyatçıların eserleri) bağlam gözetilmeden alınan bir önerme, diğer önermelerle karşılaştırılıyor ve uzlaşan ve çatışan noktalar uyumlu hale getirilerek bir sonuca varılıyordu. Hümanizmanın getirdiği yenilik de işte tam buradaydı; hümanistler önermeleri tek tek cümleler (Lat. sententia) halinde karşılaştırmanın metnin ruhunu görmezden gelmek olduğunu savunmaktaydılar. Onlara göre her cümle, metnin genel ruhu ya da bağlamı içinde değerlendirilmeliydi.
Ayrıca, kesin felsefi doğrulara ulaşılamayacağına inandıkları için, diyalektik skolastizmin farazi tartışmalarını yararsız bulmaktaydılar; hümanistlere göre, yapılması gereken gündelik yaşamda karşımıza çıkan ihtimaller üzerine yoğunlaşmaktı.
Skolastizme alternatif olarak sundukları bağlam bazlı metot çok titiz bir metin incelemesini mecburi kılmaktaydı. Temsili mekanizmalara sahip antik Yunan ve Roma toplumlarıyla kendi yaşadıkları şehir devletleri arasında paralellik kurmakta pek zorlanmayan hümanistler, bu dönemde yazılmış eserlere yönelmekte gecikmedi. Örneğin, belagat ile ilgili Cicero' nun metinleri ya da bu dönemde yazılmış tarih eserleri bir anda büyük bir ilgiye mazhar oldu. Burada söz konusu eserlerin pek de sanıldığı gibi yeniden keşfedilmediğini, sadece yeni bir bakış açısıyla tekrar değerlendirildiğini de hatırlatalım. Ortaçağ da antik eserlerin gölgesi altında yaşamaktaydı, hümanizmanın ele aldığı eserlerin birçoğu zaten biliniyordu. Ancak, bağlamın çok önemli olmaması metinlerin düzgün çevrilmemesine yol açmıştı. Bunlar yanlışların yanı sıra, atlamalar ve eklemelerle doluydu; üstüne üstlük ortalık sahte metin kaynamaktaydı. Hümanistlerin aynı eserin birçok kopyasını karşılaştırıp hummalı bir tenkitli metin (Fr. edition critique) seferberliğine girişmesinin nedeni işte tam da bu eksiklikti. Bu yeni bakış açısının özelliği aslında İsviçreli tarihçi Jacob Burckhardt'ın dediği gibi insanı merkeze almasından çok metnin bütününü ve yazıldığı dönemin şartlarını önemsemesiydi.
Ondördüncü yüzyılın ikinci yarısında İtalya'da ortaya çıkan bu yeni akım, kısa sürede Alpler'i aşacak ve Kuzey Avrupa'da da yayılacaktı. Bir sonraki yüzyılda matbaanın bulunması hümanistlerin fikirlerini daha geniş kitlelere yaymasına yardımcı olurken, domine ettikleri dil bilgisi okullarının artması ve üniversitede hümanist müfredatın yer bulması, yeni usullerle eğitim almış ve daha dünyevi metinlere hakim bir elitin ortaya çıkmasına yol açmıştı.
Müesses nizama büyük bir meydan okuma olan Protestanlığın ortaya çıkışında bu iki gelişmenin çok önemli bir rol oynadığını belirtelim; ancak, her ne kadar hümanistleri takdir etse de Luther'in klasik bir eğitim aldığını ve Erasmus başta olmak üzere birçok önde gelen hümanistin yumurta kapıya dayanınca Kilise ile aralarını bozmaktan ısrarla çekindiklerini de atlamayalım. Ve bunun için hümanistlere kızmayalım, zira onlar hiçbir zaman bazı idealist meslektaşlarımın hayal ettiği gibi radikal reformcular olmadılar.
Mutlakiyet
Genelde gücün tek kişinin elinde bulunduğu yönetim biçimi anlamında kullanılan mutlakiyet de popüler kültürde tam karşılığını bulamamış kavramlardan biridir. İlk olarak, onyedinci yüzyıl Avrupa hükümdarları için kullanılan bu kavramı geriye doğru işletip tüm despotik rejimler için kullanmak, kelimenin daha belirgin manasını yok etmek anlamına gelmektedir.
Mutlakiyet, gücün tek bir kişinin elinde bulundurulması olabilir; ancak, sistemin alametifarikası, gücü elinde bulunduran kişinin herhangi bir yasa, töre ya da kurum ile sınırlandırılmış olmaması, her türlü denetimden azade olmasıdır. Zaten kelimenin Latince kökündeki absoluere (İng. absolutism) ve Arapça kökündeki ıtlak (Ar. mutlakiyyet) da buradan gelmektedir. Mutlaki monarşilerde hükümdarlar halka ya da başka kurumlara hesap vermezler, günahlarıyla sevaplarıyla onları yargılayabilecek tek merci bizzat Tanrı'dır. Hükümdar tarafından sembolize edilen merkezi devletin gücünü artırdığı onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda formüle edildiği haliyle, hükümdarlar Yaratıcı tarafından bizzat seçildikleri için tebaalarını ilahi bir hakla (Fr. droit divin, İng. divine right) yönetirler. Ne halk ne aristokrasi ne de Kilise'nin krala hesap sormaya hakkı vardır. XIV Louis' nin aslında hiç demediği "Letat, c'est moi ''.sının ya da Osmanlı sultanlarının cüretkar bir şekilde takındıkları "zılhullah-ı fı'l alem," yani Allah'ın yeryüzündeki gölgesi unvanının açıklaması bu ön kabulde gizlidir.
Mutlak monarşilerin tam zıddı olan meşrutiyetin kökeninin de gene "şart" olması aslında tesadüf değildir; burada hükümdar artık otoritesini Tanrı'dan değil, halktan almaktadır. Hobbes, Locke ve Rousseau gibi düşünürlerin üzerine çok tartıştıkları "Toplumsal Sözleşme" (Fr. contrat social) kavramının genel kabul görmesi ve burjuva zihniyetinin feodal yapının artığı bir hükümdarlık teorisini eleştirmeye başlamasıyla, kralın yetkilerinin denetlenmesi gerektiği fikri kabul görmüş ve bu denetleme mekanizmalarını kuracak anayasalar yürürlüğe sokularak, monarklar hesap verir konuma getirilmişlerdir. Gene de her anayasanın hükümdarın yetkisini sınırlamadığını hatırlatalım; mesela 1665 tarihli Kongeloven (Kral Yasası) Danimarka-Norveç krallarına mutlak yetki tanımış, ironik bir şekilde Tanrı'dan alınan meşruiyeti yazılı bir metne geçirmiştir.
Bu, Avrupa'nın hemen her yerinde monarkların yavaş yavaş sembolik rollere soyunması demektir. Bu süreç her ülkenin iç dinamiklerine göre farklı gelişmiştir. İngiltere gibi aristokrasi ve hükümdar arasındaki hesaplaşmanın görece erken gerçekleştiği yerlerde kral ve kraliçe sembolik bir role indirgenirken, Fransa gibi aşırı merkezi ülkelerde bunların hizaya çekilmesi gelgitlere tabi, sancılı bir süreç olmuştur. Fransız İhtilali'ni demir yumruklu bir Napolyon devri takip edecek, hemen ardından geri gelen krallık ise 1 830'daki isyanları hükümdarı değiştirerek atlatsa da, 1848'de yerini kısa süreli bir İkinci Cumhuriyet' e bırakacaktı. Her ne kadar Napolyon'un yeğeni 1 852'de on sekiz yıllık bir tek adam rejimi kuracaksa da, Bismarck'ın orduları karşısında aldığı yenilgi Üçüncü Cumhuriyet'i doğuracak ve Fransa bugüne dek yürütmenin anayasal kurumlarla denetlendiği bir ülke olarak kalacaktı.
Yine, İspanya’da kralların ayak diremesi bir seri darbe ve karşı darbeye yol açmış ve anayasal sürecin gelişmesi bir ileri iki geri adımlarla 1980'lere kadar sarkmıştı. İç Savaş'ı müteakiben ülkeyi kırk sene demir yumrukla yönettikten sonra hanedanı geri çağırıp ülkeyi anayasal bir sürece sokan Generalissimo Francisco Franco'nun vizyonu herkes tarafından paylaşılmamış olacak ki, 1981 gibi yakın bir tarihte hala Avrupa'nın göbeğinde Meclis basıp darbe yapmayı planlayan vardır (23-F).
Son olarak, Osmanlılar da 1877'de ilk anayasa denemesinde başarısız oldularsa bu, Kanun-i Esasi'ye göre Meclis'in hükümdarı denetleyememesinin bir sonucuydu. Sultana Meclis'i lağvetme yetkisi vermesi ölümcül bir hata değilse neydi?
Külliye
Siyasal İslam' ın iktidara gelmesi ve Türkiye'deki meşruiyet araçlarının dinileşmesiyle her geçen gün karşımıza çıkan bir başka kavram da külliye. Aslında cami, mescit, medrese, aşevi, tabhane, darülitam, darüşşifa, kervansaray, muvakkithane, türbe gibi yapıların bütünü için kullanılan bu kelime, ülkemizin başkanlık sistemine geçmesiyle birlikte dini olmayan yapılar için de tercih edilmeye başladı. Çankaya Sarayı' na alternatif olarak Beştepe'de inşa edilen başkanlık kompleksinin adı da bir anda Cumhurbaşkanlığı Külliyesi oluverdi. Bu seçimin arkasında cumhurbaşkanlığı makamına dini bir meşruiyet kazandırmak kadar, son yıllarda Osmanlı ile ya da Osmanlı olduğu sanılan şey ile bir bağ kurulmak isteğinin olduğu da tartışılmaz bir gerçek. Sayın reisicumhurun göreve başlamadan önce Osmanlı padişahları gibi Eyüp Sultan' ı ziyaret etmesi de aynı yönde bir manevra aslında.
Cumhuriyet'in kurucu ideolojisiyle hesaplaşma iddiasında olan bir siyasi hareketin Osmanlı ile bağ kurmaya çalışması aslında o kadar da şaşırtıcı değil. Nasıl ki ilk yıllarında bu Cumhuriyet Osmanlı ile köprüleri atmak için suni bir tarih yazımını pompaladıysa; geleneği rehabilite etme iddiasındaki bir iktidarın da Osmanlılarla ilişkilendirilecek kavramları, adetleri ve törenleri ihya etmeye çalışmasında bir gariplik yok. Ancak, Tanzimat'tan bu yana dörtnala yol alan modernleşme sürecinin geleneği yok etmesi yüzünden bu ihya çalışması bir türlü başarılı olamıyor; ortaya batardize olmuş kitsch bir uydurma gelenekten ötesi çıkmıyor.
Şüphesiz birileri Terence Ranger ve Eric Hobsbawm' a özenip her geleneğin icat olduğunu söyleyecektir; ancak, buradaki durum biraz daha vahim. Yine söyleyeceğiz ama Sultanahmet'te sema gösterisi yapmak ya da her 29 Mayıs'ta Fatih, Mehmed ve Sultan isimli 1453 (olay gelenekse neden 857 değil?) çocuğu Fatih'te yürütmek icattan öte bir şey sanki.
Külliye kavramının hayatımıza tekrar girmesi de yukarıdaki savları kuvvetlendirir nitelikte. Şimdi sıkı durun: Külliye kelimesi Osmanlıların bildiği, kullandığı bir kelime değildi. Bugün külliye adını verdiğimiz cami komplekslerinin hiçbiri o dönemde böyle anılmazdı. Aşevleri için kullanılan bir kelime olan "imaret" bu tip yapı komplekslerinin tamamına verilen isimdi aynı zamanda da; kitabelerde neredeyse hep bu ifadeye rastlıyoruz.
Külliye ise yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkmış modern bir kelimeydi; kısacası bir zaman makinesi yapıp onaltıncı yüzyıla gitsek ve "Süleymaniye Külliyesi'ne nasıl giderim?" diye sorsak, şaşkın bakışlarla karşılaşmamız pek olası.
Burada camilerle ilgili bir iki ufak ekleme yapmak bazı karışıklıkları önlemek ve bugünün ve dünün ibadet mekanları arasındaki bazı kavramsal ve mimari farkları anlamamızı kolaylaştırmak açısından önemli. İlk olarak, her ne kadar bugün minaresi olan her yapıya cami dense de, eskiden durum pek böyle değildi; sadece Cuma namazı kılınan ve içinde hutbe için minber bulunan yapılara cami denirdi ki, her iki kelimenin de kökü (Ar. cem: toplamak) aynıydı. Yapımı için sultandan izin de alınması gereken bu yapıların dışındakilere mescit adı verilirdi.
Eklenmesi gereken bir ikinci nokta da, özellikle onaltıncı yüzyıldan sonra oturan mimari bir edep anlayışıydı. Gülru Necipoğlu'nun ödüle doymayan The Age of Sinan adlı eserinde detaylarıyla anlattığı gibi, Mimar Sinan döneminde oluşan bu mimari kültüre göre, sadece selatin camilerinde, yani sultanın yaptırdığı camilerde birden fazla minare olabilirdi. Diğer camilerde minare sayısının biri geçmesi ve bu minarede de birden fazla şerefe olması padişahın iznine tabiydi. Şehzade Mehmed adına yapılan Şehzade Camii ve Üsküdar'daki Valide ve Valide-yi Atik camileri gibi sultan tarafından yaptırılmadığı halde iki minareye sahip olan camiler istisnaydı. Dönemin tarihçilerinin kendilerini bu istisnai durumu açıklamak zorunda hissetmeleri bile bu edebin ne kadar oturduğuna delalet. Mustafa Ali Süleyman'ın şehzadesini çok sevmesini öne sürerken, bir yüzyıl sonra Peçevi bu caminin aslında selatin camii olarak başladığını, ancak daha sonra şehzadenin beklenmeyen ölümünün durumu değiştirdiğini yazacaktı.
Özellikle Sinan döneminde İstanbul'un camilerle bezenmesi, ortaya mimari üzerinden ifade edilen bir hiyerarşi çıkmasına yol açmıştı. İstanbul ve Edirne'deki selatin camileri dört minareliydi; kısacası, beş minareli Medine'deki Mescid-i Nebevi ve altı minareli Harem-i Şerif'e gereken saygı gösterilmiş oluyordu. Taşradakilerde ise durum farklıydı, bunların bir ya da iki minaresi olurdu. Böylece, payitahtın taşra üzerindeki egemenliği bir kez de mimariyle sembolize edilmişti. Bu mimari hiyerarşinin baş uygulayıcısı Sinan'ın Ayasofya'nın minare sayısını ikiden dörde çıkarması da oluşturulan mimari dilin pek tesadüfi olmadığını kanıtlıyor; zaten arşiv belgelerindeki uyarılar ve Selanik'te iki şerefeli bir cami inşa eden Gariki Efendi' nin kelleyi kaybetmesi gibi olaylar da böyle bir hiyerarşinin sert kategorilere bayılan modern tarihçilerin uydurması olmadığını kanıtlar nitelikte. Bu mimari kültürün tek kısıtlamasının minare ya da şerefe sayısı olmadığını da ekleyelim; kullanılan malzemeler, kubbelerin genişliği ve diğer teknik detaylar da sıkı bir edep anlayışıyla denetlenmekteydi. Hiyerarşiye çok önem veren klasik Osmanlı toplumundan da daha azını beklemek zaten saflık olurdu.
Bu kısıtlamaların nedeni, cami yaptırmanın sadece hayır hasenat işi değil, aynı zamanda bir meşruiyet ve propaganda meselesi olmasıydı; prestijli büyük yapılar yapıp hayır duası almak ve payitahtın silüetine damgasını vurmak sadece sultanın tekelinde olmalıydı. Bu kaprise pek de şaşırmamak gerek, zira Osmanlıların altı yüzyıldan fazla bir süre tek hanedan olarak kalmasının önemli nedenlerinden biri de, kendilerine rakip bir aile çıkmaması için ellerinden geleni yapmalarıydı. Çandarlı gibi aileleri saf dışı bırakıp yönetimi daha dün Müslüman olmuş, kırık Türkçe konuşan devşirmelere teslim eden onlar değil miydi? Cengiz Han soyundan gelen ve Türk İslam dünyasında hatırı sayılır bir meşruiyete sahip Tatarlara da sırf bu yüzden hep şüpheli gözlerle bakmamışlar mıydı?
* * *
Görüldüğü gibi, bir geleneği canlandırmak için sadece şaşaalı törenler yapmak yeterli olmamakta; o geleneğin birçoğu bugün kaybolmuş inceliklerini kavramak da gerek. Zamanın değiştiğini ve artık hiyerarşi bazlı statik bir toplumda yaşamadığımızı göz önünde bulundurarak, camilerin birden fazla minareye sahip olmaması gerektiğini savunmuyoruz. Ancak, İstanbul'un tepelerine nakşettiği selatin camilerinin görüntüsü bozulmasın diye evlerin yüksekliklerini itinayla denetleyen bir imparatorlukla, İstanbul'un silüetini gökdelenlerle bozan bir cumhuriyet arasındaki fark da gözden kaçırılacak gibi değil. Eğer muhafazakarlık adına geleneği ihya edeceksek, ayın çatlatmaktan, köprülere padişah ismi vermekten ve eski kavramları gelişigüzel kullanmaktan daha iyisini yapmak zorundayız.