Aristokrat
Okuduğumuz metinlerde olsun, dinlediğimiz sohbetlerde olsun, şu sözlerin zaman zaman kullanıldığını görmüş, duymuşuzdur: "aristokrat aile", "aristokrat adam", "Osmanlı aristokratı", "Istanbul aristokrasisi"... Bu yanlış söze niçin ihtiyaç duyulur? İki nedeni olabilir bunun. Birincisi, Avrupa'ya özgü bir olgunun, bir akımın, bir eğilimin bizde de olduğunu, Batıdan geri kalır bir yanımız bulunmadığını iddia etmek gibi eski bir hastalığımız olmasıdır. Aslında derin bir konudur bu, ama burada konumuz bu değil. İkinci neden ise, düpedüz bilgisizliktir.
Yönetim biçimlerini adlandıran terimlerin tamamı değilse de tamamına yakını Eski Yunan dünyasından geliyor; bir önceki yazımda ele aldığım despotluk, tiranlık dışında, monarşi, oligarşi, demokrasi terimleri gibi. Aristokrasi de bunlardan biri.
Aristos, "en iyi" + kratos, "yönetim, iktidar" birimlerinden kurulu Yunanca aristokratia "en iyilerin iktidarı" demek. Bu terim Platon ile Aristoteles'te geçer. Devlet diyalogunda Sokrates devlet şekillerini anlatırken şöyle der: "Baştakilerden biri ötekilerden üstünse, buna monarşi; baştakiler birbirlerine eşitse aristokrasi, yani en iyilerin yönettiği devlet..." Sokrates "en iyi" yurttaşların yönetimi derken filozofların yönetimini kastediyordu. Filozoflar aklın yolunda yürüyen, bilgi, hakikat arayıcısı kişiler olduğu için toplumu en iyi biçimde yönetecek olanlar onlardı. Devlet diyalogunun büyük bir bölümü bu ideal devletin güdeceği politikalara, gençlerin nasıl yetiştirileceği konularına ayrılmıştır. Platon'un Devlet Adamı (Politikos) adlı diyaloguna katılanlar da kullanır bu terimi.
Bu terim Aristoteles'te de hemen hemen aynı anlamdadır. Politika adlı metninde "aristokrasi, yani en iyilerin yönetimi denilen, herkesin erdemine ve liyakatine göre ödüllendirildiği yönetim şekli..." diye tanımlar. Aristokrasi gerek akılca, gerekse ahlakça üstün kişilerden kurulu bir azınlığın toplumun tamamının yararını gözeterek yönetmesidir. Oysa monarşi tek kişinin, demokrasi ise ayaktakımının yönetimidir. Aristokrasi bozulursa yerini oligarşi, yani yine bir azınlık yönetimi alır; oligarşilerde yönetim zenginlerin, demokrasilerde yoksulların elindedir. Oligarşiler demokrasiden de aşağı seviyede yönetimlerdir. Bu büyük düşünürün adının anlamı da ilginçtir: aristos, "en iyi, en uygun", telos ise "amaç, erek, hedef " demek, dolayısıyla adı "en iyi amaç" anlamına geliyor. Bu birleşimin ikinci birimi teleology (ereksellik, erekçilik) teriminde de kullanılmıştır. Aristoteles ideal devletini kendi adıyla tanımlamış, istediği devlet şekli "ismiyle müsemma"!
Eski Yunan'daki aristokrasi teriminin anlamı Avrupa dillerindekine benzemiyor. Yunanca aristokratia onaltıncı yüzyılda Latince üzerinden Fransızcaya, oradan da İngilizceye geçiyor. O zaman iki anlamda kullanılıyor: ilki Yunancadaki anlamı, monarşinin karşıtı. İkincisi "ayrıcalıklı sınıf". Bir yüzyıl sonra, aristokrasi artık bir yönetim biçimini adlandırmak için değil, sadece ayrıcalıklı sınıf anlamında kullanılmaya başlıyor. Onsekizinci yüzyılda, özellikle Fransız ve Amerikan devrimlerinin etkisiyle "demokrasi"nin karşıtı anlamını kazanıyor. O halde, Aristoteles'in aristokrasinin bozulmuş biçimi diye tanımladığı oligarşi kavramı üzerinden yürütülünce çıkıyor terimin Avrupa'daki anlamı.
Yunanca aristokratia'ya dayanarak Fransızcada aristocrate terimi türüyor, oradan İngilizceye geçiyor; aristokrasiden yana, yani oligarşi yandaşı anlamında. Aristocrat ondokuzuncu yüzyılda bu Fransızca telaffuzuyla Türkçeye de geçiyor.
Aristokrasiler, yani soylular sınıfı Avrupa toplumlarına özgü. Feodal düzenlerde ortaya çıkan hâkim sınıftır (Avrupa'da feodal monarşilerden merkezî (mutlak) monarşiye geçildikten sonra da varlığını sürdürdü). Kendi içinde bir hiyerarşisi vardır; kont, baron, dük gibi mertebelere ayrılır. Feodalizm bir üretim tarzıdır; bu temel üzerinde toplumsal-siyasî bir örgütlenmedir. Toprakta özel mülkiyete dayanır. Feodal toplumların adem-i merkeziyetçi bir yapısı vardır, merkezdeki devlet otoritesi zayıftır.
Oysa Osmanlı düzeni merkeziyetçidir. Osmanlı toplumunda aristokrasi hiçbir zaman var olmadı. Osmanlı düzeninde toprakta özel mülkiyet hakkı yoktu. Bütün bir Osmanlı mülkü sultanındı. Toprak üzerinde ancak tasarruf hakkı, kullanma hakkı kişilere verilebilirdi. Siyaset tarihçileri, iktisat tarihçileri Osmanlı düzeninin feodalizmle açıklanamayacağında birleşmişlerdir. Fakat Osmanlı düzeninin ne olduğu sorusuna kesin bir cevap da verilememiştir. Çeşitli kuramlar (Asya üretim tarzı, hidrolik toplum gibi) ortaya atılmışsa da, bunlar birer varsayım olarak kalmıştır.
Türkiye'de birçok kimsenin feodalizm ile derebeyliği bir tutması yaygın bir hatadır. Bazı yazarlar, öyle sanıyorum ki, sırf Türkçe olduğu için derebeylik terimini tercih etmişler. Ortaöğretim tarih kitabımızda Ortaçağ Avrupa'sının anlatıldığı bölümde, derebeyliğin feodalizm anlamına geldiği yazılmıştı, iyi hatırlıyorum. TDK Sözlüğü ile Kubbealtı Lugati'nde de derebeyliğin feodalizm ile bir tutulduğunu görüyoruz. Oysa bunlar çok önemli yönlerden birbirinden ayrı şeylerdir. Feodalizm Avrupa'ya, derebeylik ise eski despotik doğu toplumlarına özgüdür. Feodalizm, kapitalizm öncesinde var olan, yüzyıllarca sürmüş olan bir üretim tarzıdır; belirli kuralları, ilkeleri vardır, bir düzen, bir sistemdir. Oysa derebeylik keyfî bir uygulamadır. Derebeyinin Türkçede mecaz yoluyla zorba, zalim anlamına geldiği unutulmamalı.
Şimdi biraz tarih bilgisine ihtiyacımız olacak. Osmanlı devletinde timar düzeninin bozulmasıyla mîrî araziler (devlet arazileri) "iltizam" yoluyla (bir kişinin devlete ödenmesi gereken vergileri toplayıp belirli bir yıllık bedel karşılığında bu işi üzerine alması”, bir çeşit ihale) işletilmeye başlamıştı. İltizam uygulamasının yaygınlaşması, onsekizinci yüzyılda mültezimlerin mîrî arazileri fiilen ele geçirmesine yol açmıştı. Âyan denilen başına buyruk kişiler merkezî devlete kafa tutabilecek derecede güçlenip büyük bir yerel nüfuz kazanmışlar, bazıları birer hanedan kurmuşlardı. Ne var ki, merkezden kopuş ya da özerkleşme ile kendini gösteren bu yeni düzen feodalizme yol açmadı. Bir çeşit derebeyliğe yol açtı sadece. Derebeyi denen kişiler de yeterince güçlenemedikleri için merkezî devletle işbirliği eden âyanlar değil, palazlanan âyanlardı yalnızca. Sultan II. Mahmud'un bu düzeni ortadan kaldırıp merkezî yönetimi eski gücüne kavuşturduğunu biliyoruz.
Mehmet Zeki Pakalın'ın derebeyi terimini çarpıtılmış anlamını dikkate almadan, iktisat tarihçilerinin açıklamalarına uygun bir biçimde tanımlayıp ansiklopedik sözlüğüne geçirmiş olmasının bir değeri var. "Derebeyi" maddesinin sadece ilk cümlesini anmak yeterli: "XVIIIinci asır başlangıcından itibaren Anadolu'da kendi başlarına buyruk kesilen ve hükûmetin memuru iken tedricen vassalı haline gelen nüfuz ve kudret sahipleri hakkında kullanılır bir tâbirdir."
Artık sadede gelelim. Türkiye'de hiçbir zaman aristokrat olmadı. Ondokuzuncu yüzyılda aristokrasi karşılığında "zadegân" kelimesi kullanılmış Türkçede. Yersiz bir türetme. Türkiye'de olmayan bir şey için kelime türetilmesi anlamsız. Oysa asîl öyle değil; öteden beri kullanılıyor Türkçede, ama "aristokrat" karşılığında değil; "sağlam, köklü, terbiyeli, edepli kişi" anlamında. Buna bağlı olarak, "asilzade", köklü, temiz, görgülü bir ailenin çocuğu demek. "Asil"in Türkçesi olan "soylu" da "aristokrat"ı akla getirmez. Bir de, başkasının vekili olarak değil de kendi adına hareket eden" anlamı var, "asil üye" sözünde olduğu gibi. "Necîb" de, soyu sopu temiz anlamına geliyor.
Osmanlıda en namlı, en muktedir sadrazamın bile mülkiyet hakkı yoktu. Sadrazamlık mührü elinden alınınca siyasi gücü de kalmazdı. Öyleyse bu terim Türkçede kullanılmamalı. Terimin mecazî anlamını kastederek kullanıyorsak, Türkçede başka kelimeler var; "asil, asilzade, soylu kişi" gibi sözler var (eski Türkçedeki "necip" de aynı anlamdaydı). Avrupa'da aristokrat sınıflar için en büyük değer, burjuva toplumunda olduğu gibi para değil, şövalyelik, yiğitlik, mertlik, şan şeref gibi değerlerdi. Ama nicedir, bunlar sadece aristokratlara özgü değerler olmaktan çıktı. Bugün sadece prenslerin, prenseslerin, kontların, şövalyelerin değil, sadece varlıklı kişilerin de değil, en sade, çok yoksul yurttaşların da "asil", "soylu" davranışlarla yücelebildiklerini görüyoruz. Bu kelimeler artık bir sınıfın değil, her sınıftan tek tek insanların davranışlarını tanımlayabiliyor.
Bülent Aksoy
11 Haziran 2021